YAZAR: Ayça AKMAN

“Her evin bir sırrı, her kalbin bir yarası vardır.” mottosuyla ekran yolculuğuna başladı Masumlar Apartmanı. Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitabından ve yine bir“ gerçek hayat” hikâyesinden ilham almış olan dizi benim için bu sezonun en sürpriz işlerinden biri çıktı, dersem abartmış sayılmam sanırım.

Han ve ailesiyle tanıştırdı bizi öykü. Önünden yürüyüp geçerken şöyle bir kafamızı çevirmekten öte, ilgimizi çekmeyecek bir apartmanın çok ciddi psikolojik sorunları olan iki kardeş Safiye ve Gülben yüzünden nasıl hem bir hapishaneye hem de tımarhaneye dönüşebileceğine şahit olduk. Varlıklı ve köklü bir aile Han’ın ailesi. Sahip oldukları ve içinde yaşadıkları apartman sadece kendilerine değil birçok kiracıya da yuva. Ne var ki yuva kavramı “sıra dışı” iki ablası, hasta babası ve küçük kız kardeşi Neriman için hayatından vazgeçmiş Han’ın dünyasında sözlük anlamını çoktan kaybetmiş. Böyle bir ruh hâlinde hayatını akışa bırakmış giderken yolu İnci’yle kesişince yaşama dair unuttuğu ne varsa hatırlamaya başlıyor Han ve yolları ikinci kez İnci’yle kesiştiğinde asıl hikâye başlıyor. Benim için konunun ne olduğu kadar nasıl işlendiği önemli olmuştur hep. Dün ekran karşısında sekanslar arası yolculuk yaparken bunun etkisini bir kez daha anladım ve yönetmen Çağrı Vila Lostuvalı’nın hikâye anlatıcılığına şapka çıkardım. Apartman dışı planlarda biraz yavaşlasa da tempo, ben bunu üzerimize çöken ağırlıktan kurtulmak için nefes alma araları olarak düşündüm; kusur olarak görmedim. Benim baktığım yerden, pürüzsüz bir akış, o akışa enfes yedirilmiş flashbackler; repliklerin yerine, konuşan sahneler ve hiç teklemeyen oyuncu rejisiyle tertemiz bir iş çıkmış ortaya. Özellikle üç yer vardı ki aldım kalbimi yönetmenin avucuna bıraktım. Mutfakta fasulye ayıklayan Safiye’yi annesine bağlayan flashbackteki sanat, hastane yatağındaki Han’ın üzerine eğilen İnci’yi ışıkla yoğuran rejinin duygu aktarımı ve yine Han’la İnci’nin içe dokunan vedası…Uzun süredir bu kadar nefis, ruhuma dokunan bir reji izlediğimi hatırlamıyorum, birçok sahnede gözlerim ışıldadı, kalbim çarptı… Yürekten tebrikler!

Safiye ah Safiye!.. Ezgi Mola’nın ince ince işleyerek hayat verdiği bu karakter, öylesine inandırıcıydı ki gerçekten bir ara her bir fasulyeyi tek tek sabunlarken şöyle omuzlarından tutup bir silkelemek geldi içimden, böyle bir oyunculuk ayakta alkışlanır.Uzun bir ara vermişti Ezgi Mola ve bence dönüşü muhteşem oldu, seyrine doyamadım, ruhuna yüreğine sağlık. Safiye aslında bir mağdur ama çocukluğunda psikolojik şiddete ve baskıya maruz kalan her birey gibi o da şiddeti ve baskıyı uygulayanın yerini alıp aynı yoldan devam etmiş. Ne var ki yaşadığı anne travması onda somut bir araz da bırakmış, takıntılı bir temizlik hastası olmuş. Bu öyle böyle bir takıntı değil… Sadece kendi hayatı değil diğer aile bireylerinin de hayatı alt üst olmuş. Saatlerce yemek bekleyen şeker hastası baba, camları mikrop korkusuyla açılmayan bir ev, çamaşır suyu kokusu yüzünden astımı azan küçük kız kardeş Neriman, her sabah yatağını ıslattığını fark ederek uyanan yetişkin kız kardeş Gülben ve kendi hayatlarını asla tek başlarına sürdüremeyecekleri aşikâr olan ailesi için hayallerinden vazgeçmiş bir erkek evlat, Han! Safiye aslında benliği kişiliği olmayan bir karakter. Annesinin ölümünden sonra sadece onun odasını, giysilerini sahiplenmekle kalmamış, rolünü de giymiş üzerinde. Şöyle bir hayal edin: Anneniz ilk periyodik kanamanızda sizi pis, iğrenç diyerek öteliyor, suç işlemişcesine azarlıyor, koltuklara bile oturtmuyor. Elinize bir gençlik dergisi alıyorsunuz “Edepsiz mi olacaksın başıma!” diye yırtıyor. Ne hayaller kurduysanız yıkılıyor. Sevgi görmüyorsunuz… Safiye kulaklarında annesinin sesiyle yaşıyor; banyoda kendisini paralayana kadar keselerken de öyle, çamaşır makinesinde yıkayamadığı kardeşinin kirli çarşaflarını, boş bir daireye gizlice depolarken de öyle, henüz astım atağı geçirmiş Neriman’ı terbiye etmek için odaya kitlerken de öyle. Söylemleri zaten hep anne söylemleri: sizin için yapıyorum, sizin için uğraşıyorum, mecbur muyum… Acı olan onun bu takıntısını normalleştirip çevresindeki herkesi de kendi kurallarıyla yönetiyor olması. Ancak ortada çok ironik de bir gerçek var. Safiye yaşamla tek başına mücadele edemez, girdiği krizlerden tek başına çıkamaz, tıpkı bir çocuk gibi bakıma muhtaç. Han onun can simidi, yaşamla bağı, denge unsuru. O yüzden onu elinden alacak herhangi bir kişi, olay ya da durum savaş sebebi olur diyor, İnci’ye kolaylıklar diliyorum!

Gülben’in hâli öyle iç parçalayıcıydı ki… Tıpkı Safiye gibi onun da her duygusunu hissedebildik hem de pek az replikle. Merve Dizdar da müthiş bir karakter çıkarmış. Gülben, sahibine itaat eden bir köle gibi yaşıyor evde, Safiye onu köleleştirmiş. Soru sormuyor, itiraz etmiyor, fikir beyan etmiyor. Kurduğu pek az cümle de kendisini eleştirmek için. O ezilmişliği, o baskıyı, korkuyu, çaresizliği; o ben niye her şeyi yanlış yapıyorum, işe yaramıyorum hissini böylesine karşıya geçirebilmek kolay değil nefis bir can katmışkelimenin tam manasıyla. İçime işledi ve hayran kaldım oyunculuğuna, kolay kolay unutulacak bir rol değil Gülben benim için, canı gönülden tebrik ederim. Gülben’in travması yatağı ıslatmasına sebep ve o kirli çarşafların bertaraf edilme şekli Safiye’yle aralarındaki en büyük sır. Koskoca bir apartman dairesini dolduran onca poşetin oluşturduğu yığınlara ve kötü kokuyu bastırsın diye asılan çam kokularına uzaktan odaklanan kameranın gösterdikleri aslında fazla söze gerek bırakmıyor. Gülben, duyduğu telefon konuşmasını abisinin hayatında bir kadın varmış gibi algıladığında onun gitme ihtimaline bakışı çok farklıydı. Safiye’nin ben odaklı yaklaşımının tersine o, Han giderse biz bu kadınla bir başımıza ne yaparız düşüncesiyle korktu. Çünkü abi bir kez ayrılmış ve onun yurt dışında olduğu sürece ailenin neler yaşadığını tahmin etmek zor değil. Gülben’e dair pek az şey biliyoruz. Hayalleri var mı? Anneyi hatırlıyor mu? Onları kim büyüttü? Ama kesin olan bir şey var onun yaşamının önündeki engel Safiye. O iyileşirse Gülben de özgürleşir! Çünkü zaten nüvesinde var. Safiye’ye itaat etse de onu onaylamıyor. Neriman’la da babayla da Han’la da işbirliğine açık ve Safiye’nin tersine, olduğu kişiden mutlu değil; babasının Neriman’a verdiği “Sen onlar gibi olma.” öğüdünü gözyaşlarıyla karşılamazdı yoksa…

Han, ailenin babadan sonra tek erkeği. Ne büyük tezattır ki resmi duvarın baş köşesindeki anne ölümünden sonra da tüm varlığıyla evin içinde yaşamaya devam ederken hayatta olan babanın hiçbir hükmü yok, hasta kızlar üzerinde. Tek yapabildiği Neriman’a şehir dışında bir üniversite yazmasını öğütlemek, Han’ınsa evlenip gitmesini istemek. Bu yüzden Han’ın o evdeki otoritesi çok hayati. Bu öyle bir otorite ki ne zaman nasıl ortaya çıkacağını biliyor. Safiye’nin krizlerini öteleyebiliyor, onu anlıyor, sınırlarına saygı gösteriyor. Mutfak önünde oturduğu iskemleyi ıslak bezle temizlerken anlayışlı, iş yerindeyken günde elli kez aranmasına karşı asla sitemkâr değil. Ne zaman ki Safiye zarar verici bir pozisyona geçiyor, Han; Gülben’i de Neriman’ı da korumak için dağ gibi onun karşısına dikilip onu yumuşak karnından vurmakta tereddüt etmiyor, bunda da başarılı oluyor çünkü orada bulunmasının amacı bu, korumak! Yalnız burada takıldığım bir nokta var. Onun psikiyatrik desteği yahut klinik seçeneğini niye düşünmediği? Neriman astım krizleri geçiriyor, baba iyi bakım görmüyor. İkisi de ölümle kol kola. Para desek var, “Köklü aileyiz, adımız çıkmasın” da beni ikna etmez. Bu noktada ben Han’ın da muhakemesinin zayıfladığı, olaylara mantık çerçevesinden bakamadığı kanısına vardım. Bu uğurda vazgeçtiği hayalleri ve hayatı da cabası. Sosyal yaşamı bitmiş, dışarıya çıkmıyor, eve arkadaş davet etmiyor. Kendi ifadesiyle hayattan zevk almak peşinde değil, sadece huzurlu, mutlu olmak istiyor. Fakat ne kadar inkâr etse de huzur ve mutluluk ona en uzak iki kavram. Jilet gibi bir odası, gardırobu var. Çalışma masasındaki bir kalemliğin bile eğri durmasına tahammülü yok, tipik OKB belirtileri… İşte, İnci gülmeyi unutmuş böyle bir insanın içine işlemeyi başardı. Birisine hastane odasında “Hasta olmak güzelmiş!” dedirtmek kolay olmasa gerek. İnci’nin Han’a eğildiği ve güneş gibi parıldadığı o an, Han’ın  hayatında yeni bir sayfa açıldı o net. Odada defalarca kahkaha attı, sebepsizce içinden geldiği için, aslında içine gömdüğü yaşama sevinci yüzeye çıktığı için. Tımarhaneye gelin almak çok cüretkâr bir fikir ama ardından gitmeden bilemezsiniz ki hiçbir zaman ya o da istiyorsa? Han artık hayatın izleyici koltuğunda oturmayacak ama risk almaya cür’et edip eyleme geçebilecek mi zaman gösterecek.

İnci’yle Han’ın henüz bilmeseler de bir ortak noktaları var. İnci uzunca zamandır psikolojik sorunları ve içki problemi olan erkek arkadaşına bakıcılık, kız arkadaşının deyimiyle annelik yapıyor.Tıpkı ailesine göz kulak olmak zorundaki Han gibi.İnci, doğum gününde annesini kaybetmiş, babası tarafından terk edilmiş yaralı bir yürek. Fakat bu travmasına rağmen Han’ın küçük sürpriz kekindeki mumu üfledi. Onun öğüdünü tutup Uygar’a ayrılmak istediğini söyledi. Han ise yıllar sonra ilk kez kendisine kahkaha attıran bu pırıltılı kadını mutlu etmek için çabaladı. Kader onları aynı apartmanda ev sahibi – kiracı yaparken neler düşünüyordu bilemem ama taşların yerinden oynayacağı kesin. 

Çağrı Vila Lostuvalı öyle detaylı ince düşünülmüş bir dünya kurmuş ki insanı içine alıveriyor. Han’ın ailesinin yaşadığı apartman dairesinde sanki zaman durmuş. Mobilyalar eskinin ruhuyla oradalar. Duvardaki resimler konuşuyor. Eşyalar bir emri yerine getirircesine intizam içinde. Tek bir toz zerresine izin vermeyen atmosferin kasveti, havada asılı. Cerrah titizliğinde bakıyorsunuz dünyaya, bayıldım. O sarı – gri yaşam sevinci alınmış mekânın kontrastı olan İnci’nin yaşam alanıysa güneşli aydınlık düşünülmüş tıpkı kendisi gibi. Renklerle ve ışıkla sihirbaz gibi oynamış reji, çok sevdim. Çekim açılarına ve planlardaki özene hayran kaldım. Birçok örnek geliyor aklıma ama çöp torbalarıyla dolu dairenin geniş açılı derin çekimi, parçalanmış aynaya odaklanan sekans, Han’ın İnci’nin ardından gitmeye karar vermeden hemen önce sonbahar yaprakları arasındaki yukarıdan görüntüsü ve gece bankta geçen planlar en çok sevdiklerim. Flashbackler zaten çok iyi yedirilmişti, akış hiç kopmadı. Senaryosu, rejisi ve castıyla çok beğendiğim bir proje oldu Masumlar Apartmanı. Kesinlikle ben seyircisi olurum ve öyküyü kendisine yakın bulan seyircinin  de ilgi göstereceği kanaatindeyim. Yolu açık şansı bol olsun.

Yazan , yöneten oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık.

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.