Yazar: Cevher Nefise YAZICI

                                                       Bir Avuç Toprak

Müslüm Gürses’in gerçek hayat öyküsünden hareketle çekilen Müslüm filmi, perdeyi Gürses’in çocukluğu ile açıyor. Zaman zaman usta başlarının yanında, mevsimlik olarak pamuk tarlalarında çalışan Müslüm, bir çocuk olmanın dışındaki rolleriyle erken yaşta, Adana’da tanıştı.

Fakir bir aile, sarhoş bir baba, fedakâr bir anne ve küçük bir kardeş Türkiye’de pek de yabancı olmadığımız bir aile yapısının içinde buluyoruz kendimizi. Babasından kaçıp saklandığı Anada Halkevi’nde Müslüm için cevabı yıllar içinde değişen bir soru karşılıyor onu: “Kaçtığın için mi geldin, kovaladığın için mi?”

Bağlamanın, bendirin, neyin ritmini duyan Müslüm; burada kendi içindeki ritmi duymayı öğreniyor. Kendi “uzun ince yolu” sesinde canlanıyor. Aynaya baktığında yıllar önce ellerinde bir avuç toprakla koşan o küçük çocuğu görüyor. Kendi ömrünün koşusunu bu kez bilinçli olarak başlatıyor. Yalnız ritme değil

“Sakalımla başımı

          Hak onara işimi

          Bu sakalı kırkarım.” demeyi de öğreniyor. Doğru ustalar yol gösterdiğinde öğrendiğimiz tek şey müzik olmaz çünkü.

Yavaş yavaş sahnede görüyoruz Müslüm’ü. Bu kavruk Anadolu delikanlısı bize memleket türküleri okuyor. Tam da bu anlarda “Başında baba olmadığı zamanlarda içindeki türkü yükseliyor.”

Müslüm, kazandığı ilk ödülde üç kayıp veriyor. Saçları, kız kardeşi ve annesi. Damda güvercinler, o damın altında başka masumlar can veriyor. Kedinin pençelerime de rakı bardağına da kan bulaşıyor. Ve Müslüm yıllar sonra “İçtim ben senin rakını.” derken buluyor kendini.

Çocukluğu boyunca Müslüm’ü, Şahin Kendirci’nin oyunculuğu ile izliyoruz. Tavrı, sesi, yürüyüşü, duruşu, bakışı ile muhteşem bir performans sergiliyor desem ancak hakkını teslim etmiş olurum.

Ustasından izin ve “Yolunu kaybetme” öğüdü alan genç Müslüm, “uzun ince yolunda” başka bir dönemece giriyor ve sahnede artık Timuçin Esen’i görüyoruz.

Filmin açılışında gördüğümüz kaza sahnesi daha sonra anlam buluyor. İlk önce Adana Halkevi’nde ustasından öğreniyor Yunus’u. Sonra kardeşi Ahmet “canım ağabeyime” notu düşerek bir Yunus Divânı hediye ediyor Müslüm’e. En sonunda o kazada divana kan damlıyor. Müslüm daha sonra Muhterem Nur’a söylediği gibi “hortluyor” ve kazadan sağ kurtuluyor. Fakat yine bir eksikle, sol kulağını kaybederek. Aynada aile resmini, içinde kendi sesini duyarak ustasının sözünü hatırlıyor: “Senin sesin, ancak sen susarsan kesilir.”

Hayatının Muhterem Nur ile tanıştığı dönemi Müslüm Gürses için de film için de virajlardan biri. Çocukluk aşkı karşısında Müslüm, ısrarlı ve sadık bir âşık. Üstelik Zerrin Tekindor sahneye çıktığı andan itibaren Timuçin Esen oyunluğu da ivme kazanıyor. O soğuk güzelliğinin arkasında Zerrin Tekindor iyi bir performansla bambaşka bir kadın olan Muhterem Nur’a dönüştüğünü görüyoruz.

İlerleyen sahnelerde Müslüm’ün ömrünün üstüne bir ölümün gölgesi daha düşüyor. Kardeşi Ahmet. Bambaşka bir bağ ile bağlı olduğu, zaman zaman babalık ettiği, elde kalan tek kardeşini de toprağa veriyor. Yıllar önce babasının avcuna bıraktığı bir avuç toprağı bu kez onun avcuna koyarak.

Filmde leitmotif olarak sürekli “beyaz” karşımıza çıkıyor. Müslüm’ün hayatı bu “beyaz” etrafında dönüyor adeta. Çocukluğunda kardeşi Ahmet’i kar beyaz çarşaflarda sallıyorlar annesi ile birlikte. Sonra Müslüm, Ahmet’i anıların karanlığından çekip ona sarıldığında sahnede yine “beyaz” çarşaflar var. Muhterem Nur’un diktiği ve onu adeta bir meleğe çeviren “beyaz” takım elbisesi. Yine de bu “beyaz” film boyunca hep kana bulandı. Önce annesinin ve kız kardeşinin sonra Ahmet’in, en sonunda ise Gülhane konserinde Müslüm’ün kendi kanına boyandı bu “beyaz”.

Çocukluk, ilk gençlik, sahne, ölüm ve yaşam bu beyazlığın içinde yer buluyor kendine. Son olarak Müslüm’ün kefeninde bizim için açtığı tüm perdeleri kapatıyor.

Neleri Gördük Neleri Görmedik?

Şahin Kendirci’nin iyi performansına rağmen çok uzun bir çocukluk dönemi izledik. Müslüm Akbaş’ı, “Müslüm Gürses” yapan çocukluğu mudur yoksa sanat hayatı ve Muhterem Nur dönemeci mi derseniz ben ikincisini tercih ederim. Çocukluk döneminin yaşamı ve sanatı üzerinde etkisi olduğunu inkâr edemem. Ancak bizim ülkemiz bir “travmatik çocukluklar” ülkesi ve gördüğümüz bu dram, her gün bir yerlerde benzerleri tekrar eden bir hikâye. Benim için fazla uzun bir bölümdü.

Timuçin Esen’in sahnedeki tavrında, sesinde Müslüm’ü gördük. Hatta bazı Müslüm şarkılarını artık Timuçin Esen sesinden de dinlediğimi itiraf ediyorum. Fakat konuşması ve günlük hayattaki tavrında Timuçin Esen tadı hep oradaydı ve Müslüm’e karıştı. Ancak Muhterem Nur ile tanıştıktan sonra hem yeni bir Müslüm hem de yeni bir Timuçin Esen gördük.

Neleri görmedik diyecek olursak, Müslüm Gürses’in alkol bağımlılıklarının yanında başka bağımlılıkları da vardı ancak filmde esamesi okunmadı. Muhterem Nur’a uyguladığı şiddet tek seferlik ya da geçici bir durum değildi. Oysa filmde bize başka türlü yansıtıldı. Gürses’in hayatının bir bölümü sanki daha softlaştırılmış ve törpülenmiş olarak sunuldu bize.

Bolca dram ve gözyaşı, üstelik iyi seçilmiş şarkılarla desteklenerek hikâyenin önüne geçti zaman zaman.

Yine de bir bütün olarak ele aldığımızda sarsıcı ve iz bırakan bir filmdi.

 

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.