Yazar: Sinem ÖZCAN

Annesinin ona kurduğu Kızılderili dünyasında kendi evinde hapis yaşadığını unutmaya çalışarak büyümüş, Yiğitçik; gerçek dünyada karşılaştığı ilk büyük sınavda bir Kızılderili şefine yakışanı yaptı ve tutsak kalmayı reddederek kaçmayı başardı. Masal dünyasını gerçeğine pusula yapıp Necip’i alt etti etmesine de minicik bir çocuk o… Acıkan, yorulan, uykusu gelen ve “korkmadım” dese de korkudan yüreği ağzına gelen bir masum kurban… Bölümü o ufacık gövdenin kendinden kat be kat büyük mücadelesiyle açınca hem gözlerim dolu dolu oldu hem de Mustafa’ya öfkem bir daha kabardı. Annesi zarar görür diye, Mustafa’nın onu götürüp elleriyle babasına teslim edişini anlatamayan ama ona her baktığında korkudan gözleri fal taşı gibi açılan Yiğit’in yüreğindeki korkulara bir yenisini eklediği için bir hırslandım, kinlendim.  Asiye, onu yerden yere vurdukça bir yandan “beter ol!” diye söylenip öte yandan Asiye’nin tertemiz yüreğinden öpmek geldi, içimden.

Asiye, merhametli, sevgi dolu bir kadın ama öte yandan çok da adil. Sevgisi yüzünden haksızlığa göz yummayacak kadar adil. “Baba emanetini” “Allah’ın emaneti”nden önde tutan kocasına deli divane de olsa onu affetmeyecek ve onu en sevdiğinden, kendinden uzak tutarak cezalandıracak kadar adil. Kocasına öfkesi ve kırgınlığını Tahir’e bulaştırmayacak kadar da sağ duyulu… En kritik noktada devreye girip “Sevdana sahip çık!” diye Tahir’i silkelemesine bayıldım.

Tahir, Nefes’e sevdasını kabulleneli çok oluyor. Gürcistan’da onu tekneye bindirdiği anda yüzleşmişti bununla ama artık başkalarına söyleyecek hatta Nefes’e sezdirecek kıvama da geldi. Ancak o, bunun imkânsız görünen bir aşk olduğunu da herkesten iyi biliyor. Mercan’a verilen söz bir yana Nefes’le birlikte olmanın Nefes’e bindireceği yükün o herkesten fazla farkında. Hiç istemesem de Mustafa’ya bir konuda hak vermek zorundayım: Sevdaya düşenin iflah ettiği görülmemiştir. Asiye’ye gözleri dolu dolu “Ya yengem, sevdalansam ne olacak? Kendi kendime yanıp tutuşmaktan başka ne olacak? Dokunamam, koklayamam, saçını okşayamam, elini tutamam.” diye haykırdıkça ben de Asiye gibi yanına gidip başımı göğsüne yaslayıp ona sımsıkı sarılmayı istedim mi istedim. Öyle bir çaresizlik ki o, sarılsanız da alıp paylaşabileceğiniz bir yük değil ne yazık ki… Ancak o ateşle yananın kül oluşunu izlersiniz uzaktan hepsi o. Elini uzatıp okşayamadığı saçlara bakarsınız gözleriniz dolar, tutamadığı eline bakarsınız burnunuzun direği sızlar, sevdiğini koklayamadığı için genzinin nasıl yandığını fark edersiniz, boğazınıza bir yumru oturur ama o kadar işte… Duruma yukarıdan bakmayı başardığınızda görüyorsunuz ki kimsenin hatta Tahir’in bile yapabileceği bir şey yok. Bu şartlar, bu sonucu doğurur maalesef!

Tahir, geleneksel bir adam… Her ne kadar aklı ve izanı onu bağnazlıktan koruyorsa da yaşadığı çevrenin de o çevrenin insanlarının da farkında. Bir yanda öyle ya da böyle söz verdiği bir kız var. Dediği doğru, bir deli öfkeye kapılıp yedi bir halt ama sonuçta parmağına o yüzüğü taktı mı taktı. Onun kadar mert bir adam şimdi dönüp de “Vazgeçtim ben, kusura bakma; kendimde değildim. “demez. Mercan’a ailesi o yüzüğü attırmış olsa da peşine düşer, istiyorsan ben varım, der. Yalnız atladığı çok önemli bir detay var: O, bütün kadınları anası, yengesi ve Nefes gibi sanıyor. Mücadeleci, istediğini elde eden, tuttuğunu koparan… Oysa Mercan da çok haklı “Herkes savaşamaz!” Güç, ne yetiştirmeyle ne çevreyle ne de koşullarla ilgili o tamamen yaratılıştan gelen bir özellik. Öyle olmasa aynı evde yaşayan Mercan ve Nazar da birbirinin aynı olurdu ama değiller.

Mercan’ın sağlıklı olmadığına çok inanıyorum ama bunu bir yana bıraktığımda da tartışmasız bir başka olgu var karşımızda. Mercan, zayıf bir kadın. Hastalığı bu zayıflığı artırıyor da olabilir ama o mücadele edemez. Tahir’in aşkından ölse bile ( -ki ben onun Tahir’i gerçekten çok sevdiğine inanıyorum) kimseye karşı duramaz. Ancak gider canına kıyar. Onun canına kıyması da bir vazgeçiştir zaten. Kimseden intikam alma, kimseyi pişman etme, kimseye ders verme niyeti değil, kendinden vazgeçiştir o. En kolay kendinden vazgeçebilir çünkü. Dik durmak, savaşmak, mücadele etmek onu aşar; o çekip gitmeyi yeğler. Bu da zaten ruh sağlığının normal olmadığının en açık delili.

Canına kıymayı başaramayan Mercan, artık kaybedecek bir şeyi olmayan insanların pervasızlığıyla Nefes’le yüzleşmeyi seçti. Derdi, Tahir’i kimsenin onun kadar sevemeyeceğini dillendirmek bir anlamda Nefes’in merhametine sığınmaktı. Oysa Nefes, “Bir adam seni sevmiyor diye sen kendini mi kestin? Vedat beni sevdiğini iddia etti, beni kesti; sen Tahir’i sevdiğini iddia ediyorsun kendini kesiyorsun. Sevgi böyle bir şey mi? Değil ki… Sevgi kesmez, sevgi kanatmaz, sevgi hayat almaz; sevgi hayat verir. Bir adam seni sevmiyor diye sen kendini nasıl kesersin, nasıl yaparsın böyle bir şeyi? Kendine böyle bir şeyi nasıl yapabilirsin?” diyerek çok şiddetli bir şamar vurdu Mercan’a. Onu incitmek, onu kırmak için değil; aksini bir an bile düşünmediği için, gerçekten buna inandığı için o sözleri makine hızıyla sıraladı. Mercan’dan çok dünyaya haykırdığı o cümleler aslında “Tahir gibi sevmek” sözünün Nefesçe yorumuydu o ayrı ama bayıldığım yeri “Kendine bunu nasıl yaparsın?” sorusu oldu. İşte ben A. Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem kalemlerinin tam da bu yüzden vurgunuyum. Onların kadınları, her şeyden önce “kendileri için” vardır çünkü. Onların kadınları, bütün olumsuzluklara rağmen bireydir ve onların kadınlarının herkesten önce “kendilerine” saygıları vardır. Umarım sadece Mercan değil, bir erkeğin varlığı olmadan yaşayamayacağını düşünen bütün kadınlar “Kendime bunu niye yapıyorum ki?” sorusunu sormayı başarmışlardır, kendilerine. Umarım, “birey” olmadan “eş” olunmayacağını idrak etmişlerdir ve umarım sevginin talep edilen değil, hak edilen bir kavram olduğunu algılamışlardır.

Mercan ve Nefes, birbirinin tam zıddı kimlikler. Nefes’te olan hiçbir şey Mercan’da yok. El bebek gül bebek bir hayat süren Mercan’ın dayanıksızlığı ve zayıflığı yanında işkencenin her türüne karşı sapasağlam ayakta durmuş, o da yetmemiş aynı güçte bir çocuk yetiştirmiş bir kadın var karşımızda. Yaşadığı zulme karşı ruh sağlığını korumuş olması tam bir mucize… Bu, elbette doğasından kaynaklanıyor ama anneliğin ona verdiği gücü yadsımak da mümkün değil. Belki de sadece annelik dürtüsüyle ayakta kalmayı başardı. Başarmış başarmasına da dediği çok doğru, o bir enkaz… Kastettiğim elbette ki duygusal anlamda enkaz oluşu. Yoksa hâlâ hayatla ilgili umutları var, hâlâ çocuğu ve kendisine bir yaşam kuracak gücü var veeee her şeye rağmen hâlâ aşkı hissedecek yüreği var. Var ama yetmez… Yetmiyor da… Tahir’in duygularının farkında da olsa üstelik kendisi de Tahir’e karşı yüreğinde kıpırtılar taşıyor da olsa yaşadıklarını elinin tersiyle itip bir aşka yelken açamaz. Kâbuslarını dindirememiş bir kadın, Deli Tahir’in sakin limanı olamaz ki… Hele hele onun fırtınalarına kapılıp oradan oraya savrulmayı artık hiç taşıyamaz. Bunca zaman Prometheus gibi her gün ciğeri Vedat şerefsizi tarafından kemirilmiş onun. Şimdi cezası bittiğine göre artık ruhunun dinlenmesi lazım, bedeninin yenilenmesi lazım, kısacası küllerinden doğması lazım. Tahir’e “Kurtarılacak bir masal prensesi değilim. Bizden masal olmaz.” deyişi de bu yorgunluktan.

Tahir’in “Bizden masal olmaz ama senden destan olur.” cevabıysa öyle doğru ve öyle içtendi ki… Masal, imkânsız aşkların gerçeğe döndüğü hep iyilerin kazandığı ve hep mutlu biten öykü ama destan bir tek kahramanın bütün kötüleri yendiği, kendi başına ayakta durduğu ve olağanüstü güç sergilediği mit… İkisi de biliyor ki bu aşk imkânsız görünüyor ve iyiler hep kazanmıyor ama Tahir çok iyi biliyor ki Nefes, kendisi için de çocuğu için de bütün kötülerle sonuna kadar savaşır ve ayakta kalır. İşte tam da bu nedenle Tahir için Nefes’e bakmak “gurbetten döndüğünde Karadeniz’e bakmak”la eşdeğer.

Tahir için Karadeniz her şeyden önce yuva… Gurbetteyken kokusunu özlediği evi, onun. Herkesin korktuğu ama onun sığındığı bir kale hatta. Onun ötesinde Karadeniz tıpkı Tahir gibi… Deli, hırçın, ne zaman ne yapacağı belli olmayan ve çok güçlü… Karadeniz’e bakınca Nefes’i görmekse bir anlamda kendini görmek demek. Kendininkine denk bir güçle sarmalanmak demek… Sadece akıllı erkekler, sırtlayabildiği kadar sırtını dayayabildiği kadını taşımayı göze alırlar ve Tahir, deli perdesi ardına saklanmış çok akıllı adamlardan biri. Nefes’i ancak o taşır çünkü kendisini taşıyabilecek tek kadının o olduğunu herkesten iyi bilir.

Tahir, Nefes’i nasıl seziyor ve kendisi için tek “doğru” olduğunu biliyorsa Osman Hoca da onları en iyi anlayanlardan biri. Yaşanmışlıklarını gönül gözüyle harmanlayıp baktığından olsa gerek; sadece o, açıkça “Arkadaş ol, o Nefes’e hemnefes ol. Derdine hemhal ol!” diyebildi. Kızı Asiye bile, Tahir önüne yörenin bağnazlığını serince yutkunmak zorunda kalırken Osman Hoca “Hemnefes ol!” diyerek çıkış kapısını gösterdi. Bütün kadınca duyguları enkaza dönmüş Nefes’in şimdi artık gerçekten bir “hemnefes”e ihtiyacı var. Sevgili olmadan önce dert ortağı olacak, tutkudan önce şefkati sunacak, aşktan önce dostluk verecek biri iyileştirir onu ancak.

Tahir, Osman Hoca’dan aldığı güçle “Kal!” dedi Nefes’e… “Kal, gözümün önünde ol. Bırak seni kollayayım ama her şeyden daha önemlisi, beni bu adamdan ayırma, kurban olayım!” dedi ve o son vurguyla beni benden aldı. Babalık, annelik gibi içgüdüsel bir şey değil. Babalık, öğrenilen bir durum. Yeteneği olanın, sevgi duyanın, emek verenin öğrenebildiği bir nitelik. Tahir’se çoktan öğrenmiş bile babalığı, üstelik de o Vedat’ın yıllardır alamadığı mesafeyi, çoktan kat edip Yiğitçiğin yüreğine kuruldu bile. Nefes’in direncini kırmada en büyük pay da onların daha önce hiç tatmadıkları bu bağ olacak, bana kalırsa.

Gel gör ki Tahir’in bu bölüm çok sık vurguladığı bir gerçek var. “Bu topraklarda bekâr bir uşak, çocuklu bir kadını almaya kalktı mı ne olur?” Hadi almayı da geçtim bekâr bir adam, çocuklu bir kadınla arkadaş olabilir mi o topraklarda? O toprakları da bıraktım bir yana, daha da büyüttüm coğrafyayı ve ben de soruyorum “Bu ülkede bekâr bir adam, çocuklu bir kadınla arkadaş, dost, sevgili ya da eş olabilir mi?” Tersi mümkün hem de çok mümkün… Çocuklu bir adam; bekâr bir kadınla rahatlıkla birlikte olur, hatta bu, önerilir bile ama bırakın çocukluyu dul ya da boşanmış bir kadın için nerdeyse tabudur. Hemen dedikodu kazanları kaynar, hemen fesat kumkumaları laf salatalarına doğrar, hemen vampirler taze kanın kokusunu alır veeee karşımızda yine bir çıkmaz sokak belirir.

Tahir’in bu noktaya, bu kadar parmak basması, bana yeni çatışmanın buradan geleceği izlenimi veriyor ve Vedat’ın psikopatlığı ne kadar şiddetliyse bu da bir o kadar ağır ve acımasız. Vedat “Artık satranç oynayacağız” dese de Tahir’in bir satranç oyuncusu sabrına sahip olmadığını hepimiz biliyoruz. O, satranç oyuncusundan çok, rakibinin koltuğunun altına iki mars bir oyun yaptığı tavlayı sıkıştırıveren adam… Bu sebeple ben Vedat’ın planları ne olursa olsun öykünün Nefes ve Tahir’i köşeye sıkıştıran açmazdan ilerleyeceğini düşünüyorum.

Her saniyesini bayılarak izlediğim bölüm için, emeği geçen herkese bütün yüreğimle teşekkür ediyorum. Hele, hele, hele o sinema filmi tadındaki enfes görüntüler için apayrı teşekkürler. Elinize, emeğinize, alın terinize sağlık…

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.