YAZAR: Ayça AKMAN

İlk Durak listemde yer alan Seni Çok Bekledim, tanıtımlarını seyrettikten sonra bende oluşan arabesk ve oryantal hisse rağmen olabildiğince tarafsız izlemeye çalıştığım bir proje oldu.

1992 Erzincan depreminde babası “ölen”, annesi ve kardeşi sağ kurtulan hikâyenin kahramanı Kadir, can vermiş diye bir kenarda bırakılınca ailesini İstanbul’da tekrar bulması tam bir yıl alıyor. O süre zarfında annesinin eski nişanlısı Cemal’le evlenmiş olduğunu öğrenen büyük oğul, bunu babasına ihanet sayarak anneyi asla affetmiyor. Parmağında annesini babasına getiren yüzük, aklında “Bekle; bu, sana onu da getirecek!” nasihati, kalbinde hayata dair kırılan umutlarıyla ülke dışına Katar’a yerleşiyor ve nihayet bir gün, o yüzük yuvarlanıp Ayliz’in ayakları dibinde durunca öykü de başlıyor. Hikâye odağına tesadüf ve tevafuku alarak buradan kendisine bir yol açmaya çalışmış. Aslında çok iyi işlenirse kayıtsız kalamayacağım bir olgu bu: Hayatta karşımıza çıkan her şeyin ve herkesin bizi bir yere taşımak amacı olduğu ve hiçbir tesadüfün aslında tesadüf olmadığı… Ama işte sadece “kendisine sihirli güçler” atfedilen bir yüzük sırtlanınca olay örgüsünün bütün yükünü, ister istemez “Fazla tesadüf, henüz ustalaşmamış yazarın can simididir.” diye içimden geçirmeden edemedim. Romantik bir insan olmadığımı kabul ediyorum ama duygusuz da değilim sevgili okuyucu; şu yüzük meselesi içimde bir yerlere dokunamadı bir türlü, daha doğrusu bölüm boyunca ben duygu alamadım. Ee, duygu olmayınca ne hikâyenin içine girebiliyor ne de dünyasına ikna olabiliyor insan. Zaten ilk yarının neredeyse tamamı, Doha’yı gezelim görelim modunda ilerlediği; ikinci yarıysa karakterlerin hepsini aralara sıkıştıralım telaşıyla geçtiği için çatışma bile kendisine ancak sonlarda yer bulabildi ve ben Ayliz’le Kadir’in beraberliğine engel olması gereken bu çatışmaya ikna olamadım. Cemal; Ayliz ve Erol’un öz babası ve ikisi kardeş. Tamam, peki de nerede bu aşkın imkânsızlığı? İşin özü, karşımda duygu alamadığım, diyalogları sığ kalmış, çatışması yeterince kuvvetli olmayan, karakterlere boğulmuş bir bölüm vardı, iki buçuk saat boyunca. Şahsen ben, Selahattin’in kimliğinin en azından şimdilik gizli kalmasını, Ayliz ve Erol’un kardeş olduklarını da henüz bilmemeyi tercih ederdim. Kadir’in babasının hayatta olduğunu bile öğrendik! Nerede kaldı ki merak unsuru? Bir parçacık bile olsa gizem, tadı tuzudur öykünün; o da gidince ikinci bölümü hiç merak etmediğimi söylemek zorundayım, üzgünüm.

Kadir’le Ayliz ikilisinde beni en fazla rahatsız eden şey, gözümle gördüğüm o bariz yaş farkı oldu. 17 yıl önce “Oğlumu Mihre’nin kucağına bıraktım.” diyen Cemal yaş farkını biz seyircilerin önüne koyup olumlamaya çalıştı lakin gözün gördüğünü, akıl kabullenmeyince ne çare? Tabii, bana oldukça batan bu fark, uyumu da alıp götürdü, iki başrolle empati kuramayan zihin oraya takılı kalınca da başka her şey  havada asılı kaldı maalesef.

Kadir, İstanbul’a gelir gelmez sadece Erol’la ilgili olduğunu bildiği bir sırrı kucağında buldu; dedesi Davut Eren söyleyemeden ölünce pardon, Cemal tarafından öldürülünce! Cinayetin bir de görgü tanığı var: Evin hizmetlisi Songül! Ne var ki şu an ortada bir cinayet olmadığı, otopsi yapılmasına da gerek bulunmadığı için dedenin kalbine aldığı darbelerle öldüğü, henüz bilinmiyor da benim takıldığım yer orası değil. Erol’un Cemal’in oğlu olduğunu öğrenen dede, o koca evde neden bunları içinde kamera olan odada söylemeyi tercih etti de kendi sonunu hazırladı? Bendeki de soru, tabii ki senaryo matematiği! Erol alkolik bir annenin oğlu, bunu da genetik olarak miras almasına şaşırmadım ancak onun “İçimde dolduramadığım bir boşluk var, yanımdan ayrılma abi!” baskısı  sanırım Kadir için en bağlayıcı sınav olacak. Şu hayatta en sevmediği adamın oğluna abilik etmek bir yanda; âşık olduğu, Cemal’in kızı Ayliz diğer yanda…Tabii bir de tüm bunlardan habersiz, bir süt anneyle büyümüş, evlenip yuva kurmuş öz kardeş Selo var ki cenazede hemen Mihre’nin dikkatini çekmekle kalmadı, tabuta omuz verince Kadir’den “Sağ ol kardeşim!”  teşekkürünü de almakta gecikmeyerek bana derinnn bir iç çektirdi. Ama yanlış anlaşılmasın bunda onun hiçbir suçu yok çünkü Selo, süt anneyle birlikte görür görmez içimin ısındığı tek karakter. Bu noktadan sonra, izleyiciye düşen kendi bildiğini; Kadir, Ayliz , Erol ve Selahattin’in nasıl öğreneceğini ve ne tepki vereceklerini görmek ki bunu da ne kadar heyecan verici bulurlar takdir onların.

Ayliz, bize karakter olarak Kadir kadar açılmadı henüz. Her firsatta “Beni tanımıyorsun, geçmişimi bilmiyorsun.” diyerek Kadir’i kendisinden uzaklaştırmasına bakarak söyleyebileceğim tek şey, geçmişinde alkolik bir anneden fazlasını bıraktığı. Fiziksel her temasta istemsizce irkilmesini ve evlenmek üzere olduğu Serkan’ın bile kendisine dokunmasına tahammül edememesini göz önüne alırsak bir taciz veya tecavüz mağduru olabileceğini söylemek abartı olmaz. Aşka inanmayan, son derece gerçekçi olmaya çalışan, hayattaki tesadüflere ekstra bir anlam yüklemeyen Ayliz, finalde ayağına yuvarlanan yüzükle beraber reddettiği bir olguyla yüzleşmek zorunda kaldı; biz de rahat bir nefes aldık, nihayet yüzükle işimizin bittiğini düşünerek. Ayliz Serkan’la evlenmeyecek, bu bir sürpriz değil. Ancak Serkan gibi paraya tamah eden, sadakatsiz bir karakterin günü geldiğinde Kadir’in karşısındaki cephede yer almasını beklerim. Ayliz’i bekleyen, var olduğunu bile bilmediği bir ikiz kardeş, bir öz baba var ve “tevafuk” bu ya tüm bunlar doğrudan Kadir’e bağlı. Zaten koskoca İstanbul’da gelip Kadir’in mahalleside ev tutmaları da yakın arkadaşı Şebo’nun takı satıyor olması da sadece “tevafuk”! Ne diyeyim canları sağ olsun!

Cemal bu hikâyenin kötü adamı, ben onun sebeplerine ikna oldum, empati kurabildim. Neticede, nişanlısı başka bir erkekle kaçmış, geride utançla kalmış ve hiçbir şey yapamamış bir insandan bahsediyoruz. Davut Eren’in de bu duruma sessiz kalması belli ki öfkesini içinde büyütmüş bunu anlarım fakat “Senin olan her şey benim olacak!“ diyerek onu öldürdüğünde işin içine para hırsı ve cinayet de girer ki o noktada benim tüm empati kanallarım tıkanır. Onun Mihre’den sonra yaşadığı birçok ilişkiden birinin meyveleri, Ayliz’le Erol. Sevgi çocukları değiller ne var ki Erol’un yatağının başucunda ağlayan Cemal’i gördüğümde onun oğlunu çok sevdiğini ve babası olduğunu söyleyememenin acısını içinde büyüttüğünü rahatlıkla hissedebildim ve bu sahnenin bölümün en duygu yüklü yeri olduğunu da yadsıyamam. Cemal gibi bir adama bile bir noktaya kadar hak verebiliyorken Mihre’de bunu yaşayamamış olduğumu söylemem gerek. Yıkıcı bir deprem geçiriyorsun; eşin, oğlun öldü diyorlar. Hasbelkader (!) orada bulunup seni enkazdan kurtaran eski nişanlınla acın soğumadan cesetleri arayıp sorma zahmetine bile girmeden suçluluk duygusu adı altında evleniyorsun. Yıllar sonra oğlun “Sen babama ihanet ettin?” dediğinde de temelsiz bahaneler ardına sığınıyorsun. Benim baktığım yerden bunun adı karakter zayıflığıdır ve Mihre’nin yaptıklarını mazur gösterecek bir neden göremedim ben, sağlıklı bir ruh hâli olmadığı dışında. O, Erol’un öz oğlu olmadığını hissediyor belli ki ancak bunu doğrulamak için DNA testi yaptırdı mı, bilmiyoruz. “Kardeşinin sana ihtiyacı var!” ondan duyduğumuz tek şey ve öz oğlu ortaya çıktığında Erol’un krizleriyle nasıl başa çıkar bunu da zaman gösterecek.

Seni Çok Bekledim dünyasını Erzincan, Doha ve İstanbul‘da kurmuş. Erzincan’a dair pek bir şey göremesek de Doha’yı bol bol gezdik. Açıkçası ben seyahat kartpostalı havasındaki çekimleri samimiyetten uzak bulduğum ve temayla bağdaştıramadığım için inanılası bulmadım, dünyasına da giremedim. İstanbul’daki çekimlerde de öyle ekstra bir özen görmedim. Zaten karakter girişinden nefes alamadığımız kurgu da eklenince üzerine, olumlu bir not verdiğimi söyleyemeyeceğim rejiye.

Günün sonunda hikâyeyi ve castı seven seyirci takipçisi olur kanaatindeyim, ben alıcısı değilim. Yolu açık, şansı bol olsun.

Yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık.

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.