Yazar: Sinem ÖZCAN

Bölümün finalinde Altan vurulmasaydı, kafamda dönüp duran tilkileri kuyrukları birbirine dolanmasın diye hizaya sokmakla meşgul olacaktım ama “Altan’ın ölebilme ihtimali” hepsini sağa sola süpürüp tam ortaya yerleşti. Vuslat başladığında dikkatimi çeken iki karakterden biri oldu, Altan. Aziz’in kara kutusu, Emine’ye yavaş yavaş akan yüreğiyle gönlümde her bölüm biraz daha yer edindi, benim. Onun bir hikâyesi olduğunu ve bu hikâyenin de hem Aziz’le hem de Emine’yle bağlanacağına inanıyorum ama bir yandan da ödüm kopuyor. Zira Aziz’in aldığı canlara karşılık bir bedel ödemesi gerek ve onun yüreğini can dostundan çok kim yakar, bilemiyorum. Salih Baba’nın çarkıfeleği bu hafta “korku” da mola verdi ve galiba benim de payıma düşen, bu oldu.

Herkes, “korku”larıyla yüzleşti bu hafta Vuslat’ta. Kerem de dâhil… Onunki yenilmez olmadığını anlama korkusu ve Kerem, ilk kez gerçekten yenilginin tadına baktı. Hiç beklemediği yerden vurdu, Aziz onu. Hem de her şeye rağmen vurdu. “Ben sahaya şimdi indim.” diyerek de onun meydan okumasına cevap verdi. Kerem, bunun altında kalmaz. Kalmayacaktır da ne var ki bu, o arşa tırmanmış egosuna – kimseye itiraf etmese de – sağlam bir gedik açar.

Tahsin Bey’in durumu tam anlamıyla bıçak sırtı… Kerem’in tehdidinden korktu ama asıl darbeyi Aziz’den aldı. Aziz, hem onu kendisiyle yüzleştirdi hem de unutmaya çabaladıklarını önüne atıverdi. Kerem onu alabildiğine köşeye sıkıştırırken Aziz’e karşı kullanabileceği bir silah da yok görünürde. Belki de korkunun soğuk terini, sırtında en şiddetli hissedenlerden biri oldu, Tahsin Bey.

Madam Aneta’nın haftalardır süren rahatsızlığı daha fazla taşıyamayacağı hâle gelince hem Çakal Necmi’ye hem de Fırat’a korku oldu. Çakal Necmi hiç göstermese de bir kez daha sevdiğini kaybetmenin eşiğinde, Fırat’sa duyduğu korku sayesinde ilk kez pişmanlıkla tanıştı. Baştan beri onun içinde beyaz kalan yerler olduğunu söyledim durdum. Yüreğinin sesine inatla kulak tıkadığı hâlde onu Kerem’den ayıran büyük bir farkı var Fırat’ın; o, sevgiyi tanıyor. Sevginin iyileştirici gücü, onun yüreğinin tümden kararmasına da engel oluyor. Madam Aneta’nın hastanelik olmasının nedeninin Fırat olduğunu kimse bilmese de o, biliyor ve bir anlık hırsının masum bir kadının canına mal olmasının yükü bu defa ona çok ağır geldi. Gözyaşı, yıkar yüreği; hele pişmanlıktan akıyorsa o yaşlar bütün kiri pası götürür. Götürür götürmesine de Fırat’ın pişmanlığı ne kadar güçlü ve hırslarıyla çarpışınca hangisi galip gelir, onu bilemem. Bildiğim, Baran Bölükbaşı’nın bu hafta Fırat’a çok güzel bir ton verdiği. Her sahnesini hayranlıkla izledim. Ruhu olan oyunculukları seviyorum ve o ruhu karaktere iyi giydirene ayrıca bayılıyorum. Eline, emeğine sağlık Baran Bölükbaşı.

Hikâyenin karakterlerinin birer birer art öyküleri de çıkmaya başladı. İlk bölümden beri mahallenin sessiz, sakin, efendi delikanlısı Tekin’in de içinde kanayan bir yara varmış. Hem de Salih Baba, tarafından başı okşanıp yatıştırılmadan önce pek de bir deli kanmış. Artık, yanındakinin kim olduğunu bile tanımayan bir baba, geçmişini darmadağın etmiş bir aile dramı, üvey baba ve muhtemelen ondan şiddet gören bir anne… Anlaşılan geçmişi Sarp’mış. Yolu Salih Baba’ya varınca Tekin olmuş. Benim Vuslat’ta en sevdiğim şeylerden biri, bu: Karton karakter yok. Tip, gibi görünenlerin bile yavaş yavaş altı dolduruluyor ve bir şekilde birbirleriyle ilişkilendiriliyor. Tekin’in öyküsünün de ne zaman, nerede öyküye kilitleneceğini şimdilik kestiremiyoruz ama bir biçimde onun da “nefes alan” bir karakter olduğunu fark ediyoruz.

Korkulardan dem vururken Faik Bey’in kızını koruyamama korkusuna değinmeden olmaz. Evladına sahip çıkamadığını ve karısının zulmüne engel olamadığını düşününce çareyi, kızını evlendirmekte buldu ve karşısına çıkan ilk hayırlı kısmete de kızını vermeye niyetlendi. Açıkçası ben baştan beri ısınamadım Faik Bey’e. Geçmişte yaşananların bedelini ödediğini düşünüyor belli ki ve bu sessizliği, karısına karşı dikilmeyişi de bundan belki ama üzgünüm, benim kalemim değil kendisi. “Ben evime haram lokma sokmam!” diye delirip oğluna saldıran adamdan istikrar bekledim ben, biraz. Hadi kızını kırmak istemedi kabul ama şimdi “Ben seni koruyamıyorum; git kocan korusun!” kolaycılığına kaçması da canımı fazlaca sıktı. O zaman Fırat’a da köpürmeyecektin, Faik Bey! O zaman Can’ı travmalara sokacak kadar kavga gürültü çıkarmayacaktın evde. Sürekli gürlüyorsun da daha yağdığını görmedik. Kaderine razı olmayı anlarım, kendini suçlu hissediyorsa bunun cezasını kendine böyle vermeyi de anlarım ama bu kadar acizlik benim tarzım da değil. O yüzden efendiliğine sözüm yok ama Faik Bey, saygı uyandırmıyor bende!

Feride’nin Yalçın’la evlenmeyi babasını mutlu etmek için kabul ettiğine ikna olmadım ben. Tamam, kendini de etrafını da buna inandırmak istiyor anlıyorum ama benim gördüğüm, “olmazın, olur” olmasından korkuyor, asıl. Bana kalırsa kendini Aziz’e karşı korumaya alıyor. Feride, hayatını başkaları için yaşamış bugüne dek. Kendi için bir hayat da tasarlamamış, bir gelecek planı da yapmamış. “Ben” demeyi öğrenememiş, bir türlü. Pasif bir baba, agresif bir üvey anne, sorunlu iki kardeş arasında gerçekten sadece ‘huzur’ arıyor. Huzuru başka yerde aramak da aklına gelmiyor çünkü bildiği tek dünya ailesi. Fedakârlık yaptıkça her şeyin yoluna gireceğini ve mutlu olacağını sanıyor. Aziz’le karşılaşana dek de farklı bir dünya tanımamış. Şimdi ezberleri bozuluyor. “Nefret ediyorum.” dediği adama bir yandan çekilişini anlamlandıramıyor ve korkuyor. Yalçın’ın gölgesine sığınıp hem babasını mutlu etme hem de korktuğundan kaçma derdinde ama Abdullah Efendi’nin bu hafta sıklıkla yinelediği hikmet: Kaderin değirmeni yavaş döner, ince öğütür!

Abdullah Efendi, hikmetini bu defa pek çok kez dillendirdi. En keskini Kerem’e geldi. “Un olur gidersin!” dedi, onun duyamayacağı biçimde. Salih Baba, geçtiğimiz haftalarda Aziz’in arkasından “Yolun çok zor, evlat!” demişti, Aziz’in yolunun en büyük engellerinden biri Kerem ama bu hafta müjdeyi Abdullah Efendi’den aldık. Demek ki sonunda un ufak olacak Kerem, bütün şeytani zekâsına karşın.

Hasibe’ye de aynı hikmeti söyledi, Abdullah Efendi ve Faik Bey’in kardeşi Feride’nin kolyesini getirip onun önüne koydu. Yangından beri ilk defa Hasibe’nin gözlerinde bu kadar net bir korku gördük. Kolyeyi gördüğü an, aklı başından gitti. Feride’nin adını aldığı halasıyla ilgili ipuçları artıyor. Bir yanda Salih Baba’yla bir bağı var, öte yandan Abdullah Efendi’yle ve şimdi Hasibe’nin ödünün patlamasından anladık ki onunla da pek hoş olmayan bir bağı var. İçimden bir ses Feride’ye yaptığı eziyetlerin başka türlüsünü halasına da yaptığını söylüyor. Muhtemelen Faik Efendi’nin sükûtunun altında da bununla ilgili bir şeyler var. Salih Baba, “korku”yu tanımlarken “Tek gerçek korku, Allah korkusudur.” dedi. Abdullah Efendi’nin kendi lisanınca uyardıklarına bakınca “Allah korkusu duymayan”lar olduğunu fark ettim. İnce öğüten kader değirmeninden şu ana kadar nasiplerini almadılarsa da gelecek, onlar için pek hayır görünmüyor.

Öte yandan Aziz’le ilgili soru işaretleri büyüdükçe büyüyor zihnimde. Katil bir babanın oğlu Aziz, çocuk yaşta kardeşim dediği Kerem’in ailesinin babası tarafından öldürülüşüne tanıklık etmiş ve bunu ilk kez babasına itiraf etti. “Kendi vicdanını temizlemek için beni kurban etmekten vazgeç!” diyerek babasını hem kendisiyle yüzleştirdi hem de onu bağışlamadığını doğrudan dile getirdi. O konuşmayı dinlerken beynimin içinde sorular dönüp duruyordu: Peki, ya sen Aziz? Sen katil değil misin? Sen üç can almadın mı? Babanı vicdan azabı çekmekle suçluyorsun da sen o azabı da çekmiyorsun ya… Madem bir katilin oğlu olmak çok ağır, o zaman sen, niye katil oldun?

İlk bölümden beri kafamda Aziz’i tam da bu noktadan oturtamıyorum, bir yere. Hele bu hafta çocukken tanık olduğu cinayeti de öğrenince onu anlamam iyice zorlaştı. Nasıl düşünürsem düşüneyim empati kuramıyorum, ben Aziz’le. Öte yandan Salih Baba’nın ve Abdullah Efendi’nin tavrı geliyor aklıma. Hiç çıkamıyorum işin içinden. Yalçın, Aziz’i emniyete götürürken ona gülümsedi Abdullah Efendi. Kimseye tebessüm etmeyen, kimseye tek kelam etmeyen adam Aziz’e gülümsedi. “Endişe etme!” güvencesi verircesine gülümsedi. İyi de söyle bana Abdullah Efendi, niye Aziz? Can aldı bu adam ya! Öte yandan kibir onda, gerektiğini düşündüğü anda ellerini kirletmek onda? Peki, benim göremediğim ne görüyorsun sen Aziz’de ya da ben niye göremiyorum?

Kardeşinin mezarının başında da yalnız bırakmadı Aziz’i, Abdullah Efendi hem de elinde beyaz güllerle geldi yanına, kardeşinin mezarına dikmesi için. Gülün doğu kültüründe özeldir, yeri. Peygamberi simgelediğine inanılır. Ayrıca ömrünün kısalığından dolayı da hayatın geçiciliğini vurgular. Çocuk mezarına dikilmesi de hayatın geçiciliğinin en güzel örneği… Öte yandan beyaz gülün bir de “yol” anlamı var Sufizm’de. Beyaz gülleri onun eline verip yolda olduğunu anlatmaya çalıştı Abdullah Efendi, kendi lisanınca. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Önce yasemin, şimdi gül… Çiçeklerle yapılan bu metaforlara bir başka bayılıyorum ben.

Aziz, bir defa daha Yalçın’dan sıyrılmayı başardı. Yalçın’ın duvarındaki panoda ciddi bir hata var, aslında. O her şeyin merkezinde asıl suçlu olarak Aziz’i görüyor ve Tahsin Korkmazer’i hafife alıyor. Teorideki bu büyük yanlış, onu hedefinden uzak tutuyor. Hele Aziz’in işlemediği bir cinayetle onu suçlamaya kalkınca da eli her seferinde boş kalıyor. Diğer üç kişinin katili Aziz ama masum olduğu tek cinayetten içeri alınıyor her seferinde, bu da kaderin oyunu olsa gerek. Aziz’in korktuğu da Yalçın değil. Aslında hapse girmek de değil. Onların dünyasında bu çözümsüz bir duygu değil çünkü. Onun son anda hissettiği korku: Feride’yi Yalçın’a kaptırmak. Eğer Emine’nin kaçırılması ve Altan’ın vurulması engel olmasaydı o korku gerçekleşecekti de… Salih Baba “Korkunun yanına ümidi koymazsa yaşayamaz insan!” dedi. Aziz de o ümit uğruna “Yapma!” demeye gitti Feride’ye. Aslında o “yapma”nın içinde hem bir kabullenme hem bir yakarış hem de bir itiraf gizli. Her ne kadar Yalçın’a gelen mesajla Aziz, Feride’den bir cevap alamayacak da olsa o ümit bir süre daha yaşamasını sağlayacak.

Altan’ın ölümüyle Aziz, öfkesiyle ortalığı yakıp yıkacak ama öfke yerini acıya bıraktığında belki o da vicdanından gelen seslere kulak vermeye başlar; belki can dostunu kaybetmenin çıktığı yolda bir bedel olduğunu anlar. Belki şimdiye kadar yaşadıklarını durup bir sorgular.

Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü sırtlayan herkesin eline, emeğine sağlık.

 

 

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

4 Comments

  1. ahmet adar 19/02/2019

    Güzel yorumlarınıza teşekkürler.<<<bölüm çok güzeldi.Feridenin,ıslak mendille Azizin yaralarını sarması,bunu Nehirin görmesi çok duygusal anlar yaşanmasına neden oldu.Fırat ile Sultanın sahneleri de çok güzeldi.Azizin şirkette yaptığı konuşma muhteşemdi.

    1. Sinem ÖZCAN 19/02/2019

      Çok teşekkür ederim.Ben sanırım en çok öykünün mistik boyutunu seviyorum. Pek çok aşk öyküsü izliyoruz sanırım ondan, beni çiftlerin arasındaki aşktan çok Aziz'in yolculuğu çekiyor. Okuyan gözlerinize sağlık.

  2. Anonim 19/02/2019

    Gönlünüze sağlık sizin yorumlarınız la dizi benim için daha bir anlam kazanıyor güzelleşiyor her bölüm merak ve keyifle okuyorum

    1. Sinem ÖZCAN 19/02/2019

      Asıl sizin sabırla okuyan gözlerinize sağlık, çok teşekkür ederim :)