Sen Anlat Karadeniz 26.Bölüm
Yazar: Irmak Tercaner
Nefes ‘in vurulmasıyla başlayan, Yiğit’in kaybolması ile devam eden üzücü ama etkileyici bir bölüm izledik Sen Anlat Karadeniz’de. Tahir’i Tahir yapan değerlerini yitirdiği o mezarın başında; şimdi, Vedat tarafından vurulan bir Nefes vardı. Nefes’in vurulmasıyla birlikte deliler gibi acı çeken bir Deli Tahir göreceğimizi hepimiz biliyorduk. Benim pusulam, Tahir’in hem Nefes’e duyduğu masalsı sevdayı hem de bu olaydan kendisini suçlayacak olmasını gösteriyordu ki tam da öyle oldu. Bölüm boyunca sevdiği kadını kaybetme korkusuyla yüzleşen ve ‘’Senin, tüm yaralarını kapatacağıma söz verdim ama bir yara da ben açtım. ‘’ diyerek kendini paralayan, acısını iliklerimize kadar hissettiren bir adam izledim.
Bu noktada söylemem gereken ilk şey, Tahir’in ilk sezondan beri bir değişim sürecinde olduğudur. Bence bu değişimin başlangıcı, on birinci bölümdür. O dönem karşımızda Vedat’ı öldürmeye yemin etmiş bir adam varken şimdi karşımızda bir anlık öfkeyle öldürdüğünü düşündüğü o adam için vicdan azabı çeken bir Tahir var. Evet, belki de yaşadığı bu vicdan azabı Vedat’ı öldürme şeklinden kaynaklanıyordu ancak on birinci bölümdeki kararlılığını bir hatırlayalım. Eğer Vedat o gün, Ceylan konusunda yalan söylemese belki de Tahir, onu gözünü bile kırpmadan öldürecekti ancak bu defa öyle bir kararlılığı yoktu. Öfkeden gözü döndüğü bir cinnet anında bile son ana kadar Vedat’a bir şans verdi. Dahası, onu öldürdüğünü düşündükten sonra da deliler gibi pişman oldu. Her karakterin, dizi boyunca yaşadığı bir olgunlaşma dönemi vardır ve bu kaçınılmazdır. İşte Tahir’de bence tam olarak bu dönemi geçiriyor.
Koskoca bir sezon boyunca bizi, verdiği başına buyruk kararlarla ve akan deli kanı yüzünden çıldırtan Tahir gitmiş ve yerine muhakeme yapmayı öğrenmiş, kanı yine deli aksa da olaylar karşısında mantığını yoldaş edebilen bir Tahir gelmiş. Nefes’ in vurulduğu anda bile onun, kendi eylemi yüzünden vurulduğunu düşünecek kadar üst düzey bir muhakeme yeteneğine ulaşmıştı.
Böyle bir kaosun ortasında Tahir, hem kendi içinde yıkıcı bir yüzleşme yaşıyor hem de sevdiği kadını var gücüyle hastaneye yetiştirmeye çalışıyordu. İşte tam da o sırada öyle bir cümle kurdu ki bir süre kendime gelemedim: ‘’Hayaller de insanlar gibi canlıdır be Nefes’im… Onlar da nefes alır ve sen, benim hayallerimi nefessiz bırakma!‘’ Ne kadar doğru değil mi? Hayallerimiz de tıpkı yaşamlarımız gibi. Onlar, gerçek oldukça biz var oluruz. Onlar mümkün olduğu sürece hayatımızın da bir anlamı olur ve derin bir ‘’Oh!’’ çekip deriz ki ‘’Biz, yaşıyoruz ve yaşayacağız. ‘’ . İşte tam da bu yüzden ki hayallerimiz de tıpkı bizler gibi nefes alır. Hiç kimse farkında olmasa bile onların bizim zihnimizde atan bir kalpleri vardır. Tıpkı Tahir’in arabadaki o hayalleri gibi… Kuşkusuz ki Tahir’in hayalleri ilk kez Nefes ile hayat buldu ve bu yüzden o hayaller ancak ve ancak Nefes olduğu sürece mümkün. Bu yüzden Nefes, eğer sen yok olsaydın Tahir’in de hayalleri yok olacaktı ve o da seninle birlikte karanlığa gömülecekti. Onlar, her daim iki beden ve tek bir ruhtu. Neden mi? Onlar, ancak ve ancak ikisi de var oldukça mümkünlerdi de ondan. Hayatlarına anlam katan her şey, ancak beraber oldukları zaman değerliydi. Mutlulukları, sevilmeleri, sevmeleri ve hatta acı çekmeleri için bile birbirlerine ihtiyaçları vardı. Bölüm boyunca ne Nefes’in ne de Tahir’in hayallerinde birbirlerinden ve Yiğit’ten başka hiçbir detay yoktu.
Öyle bir adanmışlık ki bu her şeye bedel. Bir kadın düşünün: Deliler gibi sevdiği adam için hayatını mahveden kişinin yaşamasını istiyor. Bir kadın düşünün: Sen, ‘’Vedat’ı öldürdüm dediğinde ben öldüm ve sonra yaşıyor dediğindeyse yeniden hayat buldum. ‘’ diyor ve bunu nefret ettiği bir insanın yaşamasından duyduğu mutlulukla söylüyor. Bu, gerçek bir adanmışlık değil de nedir? Bu sevgi ayakta alkışlanmaz da ne yapılır? Sen Anlat Karadeniz, bizlere öyle masal gibi bir sevda sundu ki bize de gözyaşları içinde izlemek kaldı.
Gelelim o güzel hayallere… Bölüm boyunca her ikisinin de hayallerinin içinde ben kayboldum. Bir yanım Nefes’in yaralı olduğu gerçekliğiyle acı çekerken diğer yanım ikisinin de hayallerine doğru huzurlu bir yolculuğa çıkmıştı. Onlar da geleceğe yönelik o kadar güzel ipuçları vardı ki bir an önce gerçek olsalar demekten kendimi alamadım. Ben, artık o hayallerdeki gibi mutlu bir aile tablosu görmek istiyorum. Ben, Nefes ve Tahir sevgisini Vedat tehdidi olmadan iliklerime kadar hissetmek istiyorum. Tıpkı o hayallerdeki gibi Tahir’in nasıl bir baba olacağını, Yiğit’in bir kardeş fikrine nasıl bakacağını bilmek istiyorum. Ben, izlemekten keyif aldığım insanların acı çekmesine değil mutlu olmalarına şahit olmak istiyorum. Zira bu kadar güzel seven iki insan, o mutluluğu çoktan hak ettiler. Bir gün hak ettikleri mutluluğa kavuşacaklarına inanıyor ve rotamı Vedat’a çeviriyorum.
Nefes ‘in vurulduğu ilk andan beri tek bir soruya odaklanmıştım: Vedat ne yapacaktı? Onun gibi bir psikopat, uğruna her şeyi yakıp yıktığı bir kadını kendi elleriyle vurduğunda ne yapardı? Tabii ki de delirirdi. Vedat, Nefes’i o girdabın içinde tam sekiz yıl tuttu. Acının hiç azalmadığı, mutluluğun her daim teğet geçtiği, işkence ve zulmün hayatın normal akışı olarak algılandığı bir yerde, tam sekiz yıl… O evde hapsolduğu sekiz yıl boyunca, tıpkı bu bölüm olduğu gibi, Nefes, Vedat’ın yaptıklarından zarar gördü hem de ne zarar! Peki, Vedat’ı bu bölüm tepe taklak eden şey neydi? Nefes’in yıllarca çektiği acılar, yaşadığı şiddet ve bu bölüm vurulması aslında bunların hepsi tek bir kapıya çıkıyordu: Onun ölüm tehlikesine… Dizinin başından beri Vedat, her ne yaparsa yapsın Nefes’e asla zarar veremeyeceğini iddia etti. Bizlerin de bunca bölüm boyunca şahit olduğumuz o şiddet ve zulüm, Vedat için hiçbir zaman ölümcül değildi ki. Bu eylemleri gerçekleştirdiği zaman bile onun gözünde Nefes, hep yaşayacaktı, yaşamak zorundaydı. Bu arada ‘’Yaşamak’’ dediysem de sadece fiziksel anlamda bir yaşamaktan bahsediyorum. Zira bu durum, Vedat için yeterliydi ancak bu sefer hesaba katmadığı bir şey oldu. O, deliler gibi sevdiğini iddia ettiği kadını silahla vurdu ve bu hatanın bir telafisi yoktu. Nefes, her an hayatını kaybedebilirdi ve bunun nedeni Vedat’ın ta kendisi olabilirdi. Eğer Vedat gibi bir psikopatsanız ve bir kadına deliler gibi âşık olduğunuzu iddia ediyorsanız onun ölümüne sebep olmak, sizin yaşamınızın anlamını silip atmak olacaktır.
Hadi, kendimizi beşinci bölümün fırtınalı denizine atalım. Nefes’i kaçırdığı zaman Vedat ne demişti? Hiç unutmam ‘’Şu zamana kadar canının garantide olduğunu çok iyi biliyordun. ‘’ Bu ne demektir? Ben, sana her türlü eziyeti reva görürüm ama öldürmem, demektir. Bu durum, Vedat’ın hep sığındığı bir limandı ve bu defa o liman ciddi bir şekilde zarar görmüştü çünkü asla yapmam dediği şeyi yapmıştı. Oysa bilmiyordu ki yıllardır yaşattığı acılar, Nefes’i öldürmenin ta kendisiydi… Nefes’in de dediği gibi ‘’Böyleleri önce sana vuruldum, sensiz yaşayamam derler sonra vururlar, yaşatmazlar! Ölesiye sevdiklerini söylerler, öldüresiye severler.’’ İşte bu yüzdendir ki Vedat, bu bölüm tam anlamıyla kendini kaybetti ve yer ayaklarının altından kayıp gitti.
Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Belki de bu durum onun için sonun bir başlangıcıdır. Vedat, sen Nefes’i deliler gibi sevdiğini iddia etmeye devam et ancak bilmediğin çok net bir gerçek var: Sen, sevginin kelime anlamından çok uzak kıyılardasın. Sen, ‘’Sahip olma hazzını aşk, kışkırtılmış arzularını tutku sanan bir zavallısın!’’. Ne yazık ki gerçek sevginin ne olduğunu hiç bilemeden bir gün her şeyini kaybedeceksin. ‘’Yaşattıklarını yaşamadan ölmemek… ‘’ ne güzel bir sözdür değil mi? Hangi bakış açısından bakarsan bak çok adil bir yaklaşım. Ne istiyorum biliyor musunuz? Vedat, Nefes’e yaşattığı her şeyin bedelini ödesin hem de çok ağır bir şekilde. Dizi, en başından beri umut olmayı vaat ettiği için böyle bir bedel zaten olmalı. Mesela ilerleyen bölümlerde bugüne kadar hiç rastlamadığımız bir dava süreci izleyelim. Vedat’ın ödeyeceği bedel bu defa adli makamların gölgesinde olsun. Belki o zaman, Nefes’in paramparça olmuş kalbi bir nebze de olsun yeniden atmaya başlar.
Gelelim Yiğit’e… Yiğit, yıllarını geçirdiği o zindana annesiyle dayanmış bir çocuk. Hayatınızın odak noktasına tek bir insanı koyduysanız ve o insan artık yanınızda değilse bu durum, hayatınızı tepe taklak etmeye yeter. Annesinin ilk kez yanında olmadığı bir dönemde Yiğit, darmadağın oldu. Yiğit’i kim bulur, nasıl bulur bilemiyorum ama düşündüğüm tek şey bu olayın hikâyeye katkısı ne olur? Bunu sabırsızlıkla bekliyorum. Hüznün yüksek dozda verildiği, durağan ama etkileyici bir bölümün daha sonuna geldik. Aklımda fragmanın derin endişesi, kalbimde hikâyeye duyduğum yoğun heyecanla noktalıyorum yazımı. Herkesin emeğine sağlık.