Misafir 1.bölüm
YAZAR : Ayça AKMAN
Uyarlama bir proje olarak seyirciyle buluştu Misafir. Ben de her zaman olduğu gibi tüm çekincelerimi bir kenara bırakarak oyunculuklara ve hikâyenin işlenişine odaklandım. Ara sıra dikkat dağıtsa da hiç sıkmadan akan bir buçuk saatin ardından söyleyebilirim ki türün seyircisi için çok doğru bir tercih, Gece’nin dönüşüm hikâyesi.
Doğduğu karanlık geceye atıfla, annesinin hiç istemediği bir bebek olarak bu ismi almış, o. Çetin ve sevgisiz geçen çocukluğun ardından, bir köprü olarak gördüğü hayatın çıkışına geldiğine karar vermiş, zaten hikâye de onun “Hayatım bitti!” dediği yerde, yani atladığı köprünün altında Erdem onu kurtarıp evlerine getirince başlıyor. Sanırım dizinin en sevdiğim yanı; sakin derli toplu, sıcak anlatımı ve kurduğu evrenin gerçekliği oldu. Tabii bunların üzerine defosuz oyunculuklar da eklenince tertemiz bir iş çıkmış ortaya. Flashbacklerin etkili ve yerinde kullanımını da çok beğendiğimi söylemeliyim. Gece’ye geçmişini hatırlatan durumlar, objeler yahut sorular geriye dönmek için harika birer araç olmuşlar ki bunlar arasında en fazla “ Sarayda mı büyüdün sen?” sorusunun altındaki acı ironinin veriliş tarzını beğendim ben. Hiç mi aksayan yanı yok peki? Benim baktığım yerden öykünün en büyük handikabı benzerlerini çok görmüş olmamız ve gidişin tahmin edilebilir olması. Gece’nin kendi iç sesiyle ele verdiği gibi, onun Erdem’in karısının ölümüyle muhtemel ilişkisi ve “kayıp baba” düğümler olarak ortada duruyor. Diğer yandan bu bir “umut” hikâyesi. Metaforik olarak esas kızın ömrünün “gecesi” bitecek ve o, “güneş”li günlere merhaba diyecek. Sürpriz barındırmıyor olması ciddi bir eksi ama “Ben artık umut etmek istiyorum.” diyen seyirciyi de kendisine çekerse hiç şaşırmam, yolu açık olsun.
Kendi adını hatırlamamış görünmeyi yeğledi, intihar girişiminden sonra Gece. Çünkü o hep adıyla var olmuş, bir lanet gibi üzerine çökmüş isminin tüm karanlığı. Belki bu sebeple çocuklar kendilerine has saflıkla ona Deniz Kızı dediklerinde hemen “Hayır!” diyerek kestirip attı amma Gülmeyen Prenses masalını yok sayamadı. Onun “ Prenses sonunda gülmüş mü? “ sorusu da kendisine uygun görülen “Güneş” ismini hemen benimsemesi de hiç istemediği halde yüzerek ölmemeyi seçmesi de her şeye rağmen bir umuda tutunduğundan. Evet, başı belada… Birini bıçaklamış ve kaçıyor. Annesi Nazan, böyle anne düşman başına, dedirtiyor. Bıçakla yatıp kâbusla uyanıyor, travması derin. Ancak hayatında ilk defa Erdem ve çocuklar sayesinde şaşkınlık içinde sevgiye şahit oldu ve özlemini çektiği bu gerçek olamayacak kadar güzel şey, içini yaktı. Onun duvarlarını indirmesi kolay olmayacak diye düşünmüştüm zira kendisine dokunulmasına bile tahammül edemediği, her sıcak tavrın altında art niyet aradığı, kendini korumaya odaklandığı bir dünyadan geliyor, Gece. Ama o beni şaşırtarak kayıp kumbara için bir kez daha kendisini sulara bıraktı. Annesinin son hediyesi olduğundan Balım için paha biçilemez ama artık “Güneş” için de bir anlam ifade ediyor bu kumbara. Sevgisiz büyüdüğü için sevmeyi bilmeyen kadının bir başkası için ilk özverisi! Sevgi onu dönüştürecek, içindeki karanlıkla savaşacak, belli fakat bu esnada başındaki belalarla da boğuşmak, Erdem’i geçmiş hayatına ortak etmek zorunda. Bir de ölen eş meselesi var ki bu çatışma daha da esaslı olacak gibi görünüyor.
Erdem sevgi dolu, fedakâr örnek bir baba. Polis kimliği onu insanlara karşı daha hassas kılıyor ama özünde de çok iyi ve yardımsever bir insan olduğunu hiç tanımadığı bir kadını misafir etmeye karar verdiğinde rahatlıkla anlıyoruz. Karısının ölümünün ayrıntıları henüz bize açılmadı fakat onu kaybettikten sonra ciddi bir psikolojik travma geçirdiği kullandığı ilaçlardan ve çocuklarının üzerine titremesinden belli oluyor. Muhtemelen onlara anne yoksunluğu hissettirmemek, eşinin emanetlerine sahip çıkmak duygusuyla hareket ediyor. Küsüp köşesine çekilmemiş, çocukları yok saymamış veya bir başkasına yüklememiş bu sorumluluğu. Ne kadar acı çekerse çeksin yüzünde gülümsemesi eksik değil ve sanırım asıl problem de burada başlıyor çünkü karşımızda yasını henüz yaşayamamış daha doğrusu yaşamak istemeyen bir insan var. Gece’nin karanlığı onu tam da buradan “acıda” ortaklıktan yakaladı. Erdem de insanlara yardım ederek sanki kendi acısını sağaltıyor ve ikisinin birbirlerini iyileştireceklerini tahmin etmek, hiç zor değil bu noktada. Yalnız öyle görünüyor ki büyüyene kadar çocuklarının başında olmak için “masa başı işe” gönüllü olmuş, sokakları bırakmış Erdem’in çabası Gece’nin gelişiyle boşa gidecek, sözde hafızasını kaybetmiş bu misafir, onu tehlikeli bir maceranın tam da ortasına atacak.
Hikâye nefes alma boşlukları olarak araya komik ve sakar Oğuz’u koymuş. Giray’la da muhtemel bir aşk üçgenin ayaklarını tamamlamış. Gerçi Giray’ı elinde çiçeklerle Gece’nin izini sürerken görünce “Bu ne hız!” demeden edemedim ama karşımızda ilk kez gerçekten âşık olacak bir şıpsevdi olduğunu anlayınca sözümü geri aldım. Betül ve çocuklar ise Erdem ve Gece arasında oluşması imkân dahilinde bir ilişki için engeller olarak yerlerini almışlar. Özverili ve candan Betül’ün bu yeni misafir karşısında hiçbir şansı olamayacağını bilmek, bir parça hüzünlü olsa da “Dünyadaki tek erkek Erdem değil, Oğuz’u da görmezden gelme.” demek istiyorum. Nazan da bu arada bir kötü olarak elinden geleni ardına koymayacak gibi duruyor ancak ona ikna olabilmek için mevcut karakterini oluşturan köşe taşlarını da görmek isterim.
Misafir’in evreni bana çok sıcak ve gerçekçi geldi, içine girmekte hiç zorlanmadım. Özellikle mekân olarak Erdem’in evini oldukça başarılı buldum. Polis maaşıyla villalarda oturan karakterlerden sonra o mütevazı çatı katı, çölde vaha gibiydi. Sahneler ve çekimlerde de hiçbir olmamışlık yoktu. Dizi, jenerikle girdiği için benden bir artı daha aldı; sürekli okuyucu bunu önemsediğimi hatırlayacaktır. Ben bu tür hikâyelerin alıcısı olmadığım için daimi izleyicisi olmam ancak castı ve konuyu kendisine yakın bulan seyircinin takipçisi olacağı kanaatindeyim.
Böyle zor bir zamanda yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık.