Alev Alev 1.bölüm
YAZAR : Ayça AKMAN
Ay yapım imzalı Alev Alev, tarihî bir dram olan mini Fransız dizisi Le Bazar de la Charite’ den uyarlandığını öğrendiğimde ilgimi çekmeye başlamış bir projeydi. Diziyle ilgili az çok bilgim vardı ama orijinalini izlememiştim. Bunun getirdiği avantajla geçtim ekran karşısına.
Cemre Karabeyli’yi odağına alan hikâye aslında üç kadın etrafında şekilleniyor. Çiçek ve Rüya görünürde oldukça problemsiz mutlu hayatlara sahiplerken Cemre, yaşadığı cehennemden kızıyla birlikte kurtulmak için çırpınıyor. İki bin kadının çalışma hayatına atılması için düzenlenen Sarnıç’taki yardım gecesiyle bizler, o dünyanın yüzlerine aşina olmaya çalışırken çıkan korkunç bir yangın tüm dengeleri sarsıyor. Sadece bu üç insanın değil, onların yakınlarındakilerin de hayatları geri dönülemez şekilde değişirken hikâye de başlıyor. İzlerken aklıma gelen ilk şey, eğer daha önce ön okuma yapmış olmasaydım ben bu öykünün üç kadın etrafında döndüğünü anlar mıydım, oldu. Cevabım maalesef hayır. Evet, Cemre karakteri baskın olarak nereye yürüyeceğinin sinyallerini verdi; ne var ki Rüya ve Çiçeği ben onunla bağdaştıramadım. Rüya kuzeni, Çiçek de Rüya’nın en yakını, pek sevdiği fakat hikâyenin geç açılması bana bu kolaylığı sağlamadı. Ancak sonlara yaklaştığımızda gidişata dair ipuçları gelmeye başladı ki bence bu oldukça geçti. Bu arada, feminist damara kuvvetle basacağının sinyallerini verdi dizi, hiçbir itirazım yok. Keşke sloganvari cümleler yerine bütüne yedirilmiş çarpıcı cümleler kullanılmış olsaydı diye düşünmeden edemedim, özellikle Cemre – avukat görüşmesinde ama tabii bu da bir tercih. Birkaç detay hariç, neredeyse birebir uyarlanmış projede bana en aykırı gelen, mutfak çalışanlarının demir parmaklıklar ardına kilitlenmesi oldu.Doğrudan aklıma Titanik filmi geldi ve olay – zaman uyumunun sağlanamadığı kanaatine vardım. Neticede hâlâ sınıfsal farkların olduğu, alt tabakanın ezildiği devirde geçseydi öykü, bu noktaya basılabilirdi, ama günümüzde buna kim cüret edebilir? Ha, buradan bir yere varılacaksa olup biten, gazeteciler vasıtasıyla aydınlatılacak ve cezalar verilecekse o zaman diyecek sözüm olmaz.
Onlarca kadın gerçek bir cehennemde, yangında hayatlarını kaybettiler ama Cemre yıllardır yuvasında yaşıyor bambaşka bir cehennemi. Kimselerin inanmadığı, onun da artık çevreyi inandırmak için çaba sarf etmediği bir noktaya gelmiş gördüğü şiddet, zorbalık, baskı ve kontrol. “Siz gerçeği inkâr ettikçe biz ölüyoruz ama her şeye inat ben ölmeyeceğim!” haykırışıyla hayata tutunmaya çalışan bir kadın o! Kızı Güneş, yolunu aydınlatan tek şey ve bunu çok iyi bilen eski belediye başkanı, yılmaz “kadın hakları” savunucusu Çelebi Karabeyli bu avantajı sonuna kadar kullanıyor. Bunca yıl ağır şekilde darp edilen bir kadının sesini nasıl olur kimseler duymaz, o noktada oldukça tereddüde düştüm ve başlarda ikna olmakta zorlandım ben, doğrusu. Neticede bir insan kendi kendini tekmeleyemez herhalde, muhakkak anlaşılır kaynağı! Sonra zehir gibi zekâsıyla çevresindeki insanları rahatlıkla maniple edebilen, karısına manik depresif tanısı koydurmuş; güçlü, nüfuz sahibi, sözüne güvenilen bir psikopatla karşı karşıya olduğumuz gerçeği vurdu yüzüme. Acısına, çaresizliğine arada kalmışlığına inandım Cemre’nin. Gerekirse doktorları da ayarlar, iftira da atardı kocası… Sonuçta kuzeni Rüya’yı bile eşinin kendisine vurduğuna inandırmak için kendini yaralamaktan çekinmeyen bir adamdan bahsediyoruz. Cem Bender de eksik olmasın, öyle güzel geçirdi ki karakteri, izlerken bol bol dişlerimi sıktım. Her şeye ve herkese hükmeden Çelebi Bey, tek bir şeye söz geçiremedi: Ölüme! Cesedi ve takıları gördükten sonra DNA testi istemesi bende ister istemez “Ben istemeden ölemez!” hissini uyandırdı ve bunu çok hastalıklı buldum. Diğer yandan güneş kolyeyi soruşturmamış olmasını anlık şaşkınlığına verdim, beklemedeyim! Böyle bir adamdan kurtulmak kolay değil, Cemre de son çareye, ölüme sığındı! Bu kanatta, Çelebi ve ona inananlarla; gerçeğin peşindeki gazeteci Ozan ve kızıyla insanca bir yaşam için mücadele veren Cemre arasında geçecek ciddi bir hayatta kalma mücadelesi izleyeceğiz belli ki… Bu çetin savaşta ikilinin yumuşak karnı Ozan’ın annesi olacak gibi görünüyor. Ne diyeyim, güçlü olan değil haklı olan kazansın!
Rüya aslında pırıl pırıl camlarından dışarıyı seyrettiği ihtişamlı bir akvaryumda yaşıyor ve bunun kendisi de farkında. Pek az gördüğü fakir sokakları kayda alma dürtüsü de bundan, mahallede karşılaştığı Ömer’e karşı savunma mekanizmasını harekete geçirmesi de… “Elinde avukatlık diploması, babasına koşan bir genç kadının bu dünyadaki hayali ne olabilir?” diye düşündüm. Basit: adalet! Peki o bunu sağlamak için yılmadan mücadele edebilecek dirayetli bir karakter görüntüsü çizdi mi bana? Pek değil! Onu değiştirecek olan başına gelenler olacak, bu çok belli. Zaten aşka inanmayan, “Kalbim burada!” diyerek başını gösteren bir insan, sözde nişanlısı tarafından ölüme terk edilir, küçümsediği fakir mahallenin delikanlısına canını borçlanırsa elbet hayata bakışı top yekun değişecektir. Buna bir de kardeşi yerine koyduğu Çiçek’in kaybını ekleyin! Çifte travma!
Rüya’yı ölüme terk edip, Çiçek’i alevlere iten İskender de yangını boş gözlerle izleyip müstakbel eşini kurtarmayı aklına bile getirmeyen Ali de bende aynı duyguları uyandırdılar. O yüzden İskender’in sözde özrünü hiç kaale almadığım gibi, Ali’nin üzüntüsüne de ortak olamadım. Dizide üstüne basarak vurgulanan “Erkekler kurtuldu, kadınlar öldü.” yaklaşımı aslında ikisiyle de birebir örtüşüyor bana göre. Ali ve Rüya, Çiçek’i kaybettiler, şimdilik! Rüya’ysa İskender’i hayatından çıkarıp Ömer’e merhaba dedi. Ömer – İskender çekişmesi kaçınılmaz görünüyor, öte yandan Rüya’nın bir şeylerden şüphelenip iz sürmeye başlaması da kuvvetle muhtemel. Çiçek’in sözde cesedinin kolunda Atlas yazısını görmesi başlangıç olabilir ve bunun ardı gelir!
Tomris ve Çiçek hikâyesine atılan düğümler şu an için açık ara en fazla merak ettiklerim doğrusunu söylemek gerekirse. Çiçek’i ölen kızının yerine koyan Tomris, beni yanıltmazsa bu dizide bir değil iki psikopat olduğunu göreceğiz sanırım ve Zuhal Olcay’ın harika bir Tomris çıkaracağına inancım tam. Çiçek- Ali ilişkisinde en çok dikkatimi çeken karşılıklı diyalog: “Sen beni hep böyle sevecek misin?”sorusuna, Ali’nin verdiği “Sen hep böyle dünya güzeli kalacak mısın?” cevabı olmuştu. Çiçek, artık dünya güzeli değil, bakalım Ali onu hep böyle sevecek mi?
Dizinin kurduğu dünya beni oldukça tereddütte bıraktı. Yangın sahnesine, özellikle de Şimal’in ezildiği sekansa kadar çok da beni içine aldığını söyleyemem. Ne zaman ki canının derdine düşen güruh, sadece yere düşmüş bir kadını değil, insanlığı da eze eze geçtiler; yakalanan duygu yoğunluğuna ve metaforik göndermeye şapka çıkarttım. Emeklere sağlık! Yangın sahnelerine çok çalışıldığı, ince ince planlandığı ve özenildiği çok belliydi, tebrik etmek lazım. Yalnız burada bir itirazım olacak: Filtre kullanımı o kadar yoğundu ki bu sahnelerde, her şey tek renge indirgenmiş, gerçeklik oldukça örselenmişti, keşke… diyorum. Son bir şerhi de müziklere koyacağım sanırım. O kadar yüksekti ki arka plan müzikleri, replikleri duymak için sesi bayağı açmak zorunda kaldım, benimle birlikte komşular da diziyi izlediler.Günün sonunda ufak tefek hatalarına rağmen temiz bir iş olmuş Alev Alev. Hikâyeyi değişik bulan seyircinin ilgi göstereceği kanaatindeyim. Yolu açık, sansı bol olsun!
Yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreğine sağlık…