Babil, 1. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Babil, daha kâğıt üzerindeyken konusunun farklı ve güzel oluşuyla kulağıma gelmiş bir projeydi ve ilk duyduğumdan beri “İyi bir castla girerlerse izlerim ben bu işi!” kararı verdirmişti, bana. Hayal ettiğimden de iyi bir cast kurulup bir de işin dijitale hazırlandığını duyunca dört gözle beklemeye başladım. Ardından projenin dijitalde yayınlanmasından vazgeçilme ve genel izleyiciye sunulma kararı gelince bir korkmadım değil. Zira yapım ne kadar mükemmel olursa olsun, hedef kitlenin değişimi ve azımsanmayacak süre farklılığı işin yapısında boşluklar oluşturacaktı. Bunu kabullendim ama yine de “dev kadro”ya güvenip büyük beklentiyle oturdum ekran başına.
Bölüm, kapitalist sistemin günümüz dünyasına dayattığı “Para, güçtür.” ilkesine boyun eğmek zorunda kalmış bir adamın etkileyici tiradıyla açıldı ve geri dönüşlerle İrfan Tuna Saygun’u bu anlayışa getiren süreci, kuşbakışı gördük bu hafta.
Bir iftirayla işi ve kariyeri elinden alınmış idealist bir ekonomi profesörü İrfan T. Saygun. Parayı amaç değil araç olarak gören orta halli bir aile reisi. Yaşananlar ilk anda onu parasız kaldığı için değil, mesleki itibarı yerle bir olduğu için sarsıyor ancak hayatta en değer verdiği varlığın beklenmedik hastalığı durumu külliyen değiştiriyor ve maddi kaygı; etiği ve itibarı silerek hayatının odağına yerleşiyor.
Biz; “onu yetiştiren ülkeye” borcunu ödemeye çalışan, iyi baba ve iyi insan olmaya çalışan İrfan’ın, “dünyanın yarısına sahip olan 8 aileden” hakkı olan payı alabilmek için çıkardığı savaşı izleyeceğiz, dizi boyunca. Bu noktadan baktığınızda çok güçlü bir çatışması var Babil’in ve İrfan Tuna Saygun’un. Onun gerçekte istediği şey değerlerine bağlı yaşama arzusuyken ihtiyacı “para” oluveriyor ve bu ihtiyaca ulaşabilmek için hem maddi hem de manevi engelleyicilerle çarpışmak zorunda.
İrfan Saygun’un “Bu dünya adaletsiz, adi, aşağılık bir yer ve ben bu dünyanın canına okuyacağım; insan gibi yaşamak senin de hakkın, benim de hakkım ve ben hakkım olanı almaya gidiyorum.” diyerek dibin en dibindeyken aldığı kararla çıktığı yolda yanında ve karşısında olanlar var bir de. Kişisel hikâyeleri İrfan’la bir noktada kesişen ve bu savaşın isteseler de istemeseler de askerleri olacak isimler… Onlar da kendi cephelerinde kendi mücadelelerini verecekler ama nihayetinde İrfan’ı ilerletmeye ya da durdurmaya çalışacak güçler olacaklar. Ayşe dışında diğerlerini ilk bölümde bir parça tanıdık ve duracakları yeri de gördük. İlk izlenimim çoğunun hikâyeye doğru monte edildikleri. Sadece Süleyman’ın oğlu, Hakan’ın işlevini şu an için tam çözebilmiş değilim umarım “sadece psikopat” kimliğiyle ilerlemez.
Senaryo, ana öyküyü sağlam bir çatışmayla ortaya koymayı başarmış ancak detaylardaki boşlukları da görülmeyecek gibi değil. Açıkçası kendi adıma İrfan’ın işten kovulma sürecine de Deniz’in sadece Amerika’da bir tek doktor tarafından ameliyat edilme zorunluluğuna da İlay gibi “sofistike” bir kadının Süleyman gibi bir adamla ne işi olduğuna da Egemen’in İrfan’a ihanet etme kararı verip sonra geri adım atmasına da ve hatta Egemen’in motivasyonuna da tam ikna olmadım. Ancak bölüm süresi, birden, iki katına çıkınca ilk planlanmış olanın uygulanamayacağını ve boşluk yaratacağını da biliyordum, bu nedenle de “İlk bölümün günahı olmaz.” deyip geçiyorum.
Yine de başta İrfan olmak üzere karakterlerin çok sağlam yaratıldıklarını düşünüyorum. Özellikle Süleyman, artısıyla eksisiyle; gücü ve zaaflarıyla çok doğru çizilmiş. Karakterlerin birbirleriyle bağlantıları da sağlam ve iyi. Üstelik senaryo bilhassa Deniz’in Egemen’den olduğunun açığa çıktığı noktada beni şaşırtmayı da başardı ki bu da genel akış adına çok olumlu bir puan. Paraya, kültüre, insanlığa, güce ve hayata dair verilen alt mesajların diyaloglara yedirilişini de çok beğendim. Temposu iyi ayarlanmış, zaman kaybedilmemiş, top çevrilmemiş bir bölümdü. Yine kendi adıma ilerleyen bölümlerde çok önemli işlev taşıyacağı belli olan Ayşe’nin şimdilik sadece sezdirilip hiç açılmayışını da çok sevdim.
Projenin reji boyutuna gelince o noktada beklentim karşılandı, diyemeyeceğim maalesef. Gerçi ben Uluç Bayraktar rejisine hep mesafeli duran bir izleyici oldum. Sanırım hikâye anlatıcılığında duyguyu ilk sıraya koyanlardan olduğum için, beni oldum olası çok etkilemez, ayaklarımı yerden kesmez. Bu kez de öyle oldu. Kurduğu dünyada büyük falsolar görmesem de bayıldığımı da söyleyemem. Bazı sahnelerde “Duygu biraz duygu…” diye sızlandığımı itiraf etmem gerek. Senaryonun derdini eli yüzü düzgün anlatmaya gayret etmiş bir reji gördüm ama işte o kadar…
Cast, Babil’in tanıtıma çıktığı andan beri en güçlü yanı oldu. Halit Ergenç, izleyici kitlesinde neredeyse hiç firesiz kabul gören çok iyi bir oyuncu. Bugüne dek altından kalkamadığı “Ya bu rolü de başka biri oynasaydı!” dedirttiği hiçbir karakter hatırlamıyorum. Seyirciyi her zaman avcunun içine almayı bilir, karakteri her zaman avcunun içinde çevirir. Daha ilk bölümden bu kez de enfes bir “İrfan” yakaladığını gördük ve biraz da onun etkisiyle ben bütünüyle inandım İrfan Tuna Saygun’a. Hele hele Ozan Güven’le sahnelerine ayrı bir vuruldum. Oğlunun hastalığını Egemen’e anlatan o çaresiz baba, benim ciğerimi söktü. Sadece onun oyunculuğunun tadını çıkarmak için bile, ben Babil’in daimî izleyicisi olurum ve açıkçası “İrfan”a kattıklarını görmek için de sabırsızlanıyorum.
Ozan Güven ve Birce Akalay da benim hep hayranlıkla izlediğim isimler. Ozan Güven’i izlemeyi öyle özlemişim ki, gözlerimden kalpler çıkarak ekrana baktığımdan Egemen’i kaçırmış dahi olabilirim. Birce Akalay, İlay’a çok ama çok yakışmış. Onun art öyküsü açıldıkça da enfes detaylarla İlay’a yapacağı vurguların işaretlerini verdi. Heyecanla o İlay’ı görmeyi bekliyorum.
Genel anlamda castta benim için “Olmamış bu!” dedirten isim yoktu. Hikâye geliştikçe, kimlikler açıldıkça, bağlantılar güçlendikçe oyunculuklar da diziye daha fazla damgasını vuracak gibi görünüyor.
Bu arada Süleyman’a bir parantez açmazsam olmaz. İlk bölümden edindiğim izlenim, “fenomen” kötü karakterlere bir yenisi eklenecek gibi duruyor. Bir yanıyla acımasız, karanlık ve duygusuz; bir yanıyla sınıf atlama derdinde, zaafları olan tutkulu bir adam olarak göründü bana Süleyman. O profildeki adamların aksine manken, şarkıcı, türkücü ama işveli, cıvıl cıvıl bir metresle kendine bir hayat kurmak yerine İlay gibi bir kadına âşık olması da dikkatimi çekti. Muhtemelen İlay, onun parasıyla erişemeyeceği bir sınıfın kapısını açmak için farkında olmaksızın kullandığı bir anahtar. İlay’ın gizemi, ketumluğu ve hatta soğukluğu da onun sahip olma tutkusunu kamçılıyor olsa gerek. Mesut Akusta, Kendal’dan sonra yine hatırlarda kalacak bir kimliğe hayat verecek gibi duruyor. Kendi adıma dizinin merakla izleyeceğim bir başka karakteri de o, olacak.
Kuşkusuz ki Babil’in en önemli kahramanı: para. Ona sahip olan için pek çok şey olabilir ama elinde olmayan için her şey ve bir anlamda da turnusol. İnsanın “gerçek”liğini hiç yanılmaksızın ortaya çıkaran tek ölçüt. Onu elde etmek, ona sahip olmak için her şeyi yapmayı göze alan insanın kim olduğunu, aslında paraya sahip olduktan sonra anlamak mümkün oluyor. Gerçek İrfan’ı da bize o gösterecek. Babil’in döneceği çok köşe, kaldıracağı pek çok örtü ve gideceği uzun bir yol var gibi görünüyor. İlk bölümün hatalarına karşın ben, onu izlemek için ekran başına bayıla bayıla geçerim.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde yükün büyüğünü sırtlayan bütün set emekçilerine teşekkür ediyorum. Elinize, emeğinize sağlık!