Masumlar Apartmanı 10. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Han’ın “Hayatıma hoş geldin!” diyerek araladığı kapıdan içeri adım atan İnci’yle başladık bu hafta Masumlar Apartmanı’na. İnci’nin karşılaştığı tablo, kim olursak olalım hepimizin donup kalmasına ve belki de ardına bile bakmadan koşup kaçmasına neden olacak kadar ürkütücü. İnci’nin kaçıp gitmeyeceğini az çok tahmin ediyordum; o, yaralı olanın yarasını sarmaya hemen koşanlardan. Nitekim de ilk şoku atlatmak için biraz uzaklaşsa da Han’ın bile beklediğinden çok daha sıcak döndü geriye ve hem Han’ı hem de onun ailesini sarıp sarmalayacağını tümüyle belli ederek. Elbette insanın insana desteği çok önemli, elbette bu hem sevginin hem de insan olmanın ilk belirtisi; ne var ki İnci’nin durumu sıradan insanlardan biraz farklı. Esra’nın her fırsatta vurguladığı gibi o özellikle yaralı ve tedavi edilmesi gereken insanları seçip alıyor hayatına. Her ne kadar Han’ın durumunu başta bilmese de sezgileri onun da tıpkı Uygar gibi iyileştirilmesi gereken bir adam olduğunu söylemişti İnci’ye. Şimdi de aslında Han’ın değil ailesinin sorunlu olduğu ve Han’a destek olması gerektiği düşüncesiyle can siperane cepheye koşuyor fakat durum, onun sandığından çok daha karmaşık.
Gülben, Safiye’ye ilk kez ciddi olarak baş kaldırmıştı ve ben bu hamlenin ne kadar kalıcı olacağından da emin değildim çünkü daha önce de zaman zaman isyan bayrağını açıp ardından tavrını sürdüremeyip koşa koşa Safiye’ye biat etmişliği vardı. Ancak anlaşılan bu defa durum, çok daha ciddi ve Gülben, Safiye’nin eteklerine kapanmadı amaaaaa gel gör ki üst üste yaşadıkları Gülben için giderek tehlikeli bir seyir izlemeye başladı. Esat’ın onu sevmediğini söylemesi çok derinden vurmuştu Gülben’i yine de bir biçimde bununla yaşamayı öğrenecekti elbet; eğer Esat, vicdanına yenik düşüp Gülben’i kırdığı için pişmanlık yaşamasaydı. Ne yazık ki Esat’ın sırf kibarlığından yaptığı hamle, Gülben’in iyice gerilemesine neden oldu. Safiye’nin kışkırtmaları, Han’a ve dolayısıyla İnci’ye duyduğu öfke ve Esat’ın beklenmedik geri adımı Gülben’in gerçeklikle bağını iyice kopardı ve bana sorarsanız o, artık kritik eşiği geçti. Karşımızda nur topu gibi yeni bir Safiye vak’amız var maalesef.
Bütün dünyası olan aşk romanları elinden gidince yeni bir umut için, Gülben de başka bir masal dünyası kurdu kendine ve bu kez Yeşilçam’a sığınıp yepyeni bir Donkişot yarattı kendinden. Fakir ama gururlu gencin karşısında, aşkı için her zorluğu göze alan ve ölümün bile ayıramayacağı bir aşkın nahif ama kararlı kadınına dönüşüverdi. Aşkının önünde hayali düşmanlar yaratıp her biriyle ayrı ayrı savaşmaya girişti. Han, İnci ve Esra; Safiye’den sonra Gülben’in gazabına uğradı bile. Gülben de Safiye de özünde güçlü kadınlar… Safiye bu gücü, evde kendisinden bir diktatör yaratarak kullanıyor, Gülben de şimdi düşmanlarına (!) karşı tek başına direnerek göstermeye başladı. Aslında ben başlarda Gülben’in “öğrenilmiş çaresizlik” kurbanı olduğunu ve Safiye’ye göre daha kolay kurtarılabileceğine inanıyordum ama şu an atladığı eşik, işleri değiştirdi ve maalesef artık Gülben de en az Safiye kadar iyileştirilmesi zor bir karaktere dönüştü. O, ısrarla ondan çalınan dünyanın yerine bir masal dünyası inşa etmeye çabalıyor. Biri yıkıldığında yerine daha güçlü bir başkasını geçiriyor ve bu onun hayata tutunma yolu. Kim ne derse desin, insanın en güçlü içgüdüsü, hayatta kalma arzusu. Bu içgüdü, Gülben’in giderek daha keskin, daha kontrol edilemez ve daha saldırgan olmasına neden olacak, belli oldu.
Esat olayına kadar Safiye’den kaçtığında sığındığı ev, Han’dı Gülben’in. Oysa şimdi Han’a da oklarını yöneltmiş durumda. Safiye’nin beyin yıkamaları sonuç verdiğinden İnci’nin Han’ı kontrol edip kendilerine düşman ettiğine inanma aşamasına geçti ve tıpkı Safiye gibi o da Han’a zehrini kusmaya başladı. Bu hafta, Gülben sayesinde biz Han’ın çocukluktan beri süregelen bir “yalancılık” sorunu olduğunu da öğrendik. Biz baştan beri Han’ın sıkıştığında kendini kurtarmak için gerçekleri eğip bükmesini ve yalan söylemiyormuş gibi yapıp yalanlarla kendini işin içinden sıyırmasını defalarca izledik. Ben bunu keskin zekâsına bağlamış çok da üstünde durmamıştım oysa Gülben’in “Sen çocukken de yalanlar uydururdun.” deyişi çok düşündürücü. Han’ın şu anki tablosu onun bir mitanom (patolojik yalancı) olmadığını düşündürüyor aslında çünkü sebepsiz yere ve ilgi çekmek için yalan söylemiyor, tam aksine kendini kurtarmak için yalana başvuruyor ve söylediği yalanlara inanma durumu da yok. Ancak çocukluk çağında “yalanlar uydurma” meselesi çok büyük ihtimalle ilgi çekme ve onaylanma ihtiyacından kaynaklandı ve kişilik bozukluğuyla da birleşince süreklilik göstermeye başladı. Biz Han’ın çocukluğunun büyük bölümünün evden uzak geçtiğini biliyoruz. Bu, bir yandan onu evdeki ağır koşullardan koruduğu için olumlu olsa da diğer yandan yalnız, sevgisiz ve soğuk bir ortamda bir başına yaşamak aileden gelen hasarlarının bambaşka biçimde artmasına neden olmuştur. Çöp biriktirme tutkusu, rehber öğretmenine duyduğu sıra dışı bağlılık, öfke kontrolünde zorlanma ve yalan söyleme alışkanlığı bence buzdağının görünen yüzü yalnızca. Ailesinin sorumluluğunu üstlenme ve normal bir iş hayatı sürdürme zorunlulukları olmasa o da Safiye ve Gülben gibi toparlanamaz noktaya hızla gelebilirdi. İnci’nin cıvıl cıvıl varlığı; neşesi, sıcacık sevgisi ve şimdi gerçeğin bir bölümünü görmesine rağmen ondan uzaklaşmadan ailesinin sorunlarının altına gönüllü girmesi Han için elbette yeni bir hayata tutunma nedeni. Ancak aşırı kontrolcülüğünün de yeni bir kriz çıkarması an meselesi. İnci, fotoğrafını çeken adama Han’ın müdahalesini bu kez görmedi ama benzeri hareketleriyle karşılaştıkça tepkisi de doğal olarak sertleşecektir. Hayatı kontrol delisi bir dedeyle geçen bir kadının bir de kocasından bu baskıyla karşılaşması kaldırabileceği bir durum değil. İnci’nin de anne, baba ve dedesinden kaynaklanan ağır travmaları var aslında. Özellikle dedesinin aşırı baskısıyla baş edebilmek için o da yalan söyleme alışkanlığı geliştirmiş bir kadın. Aynı durum Han’la ilişkisinde de başladığında aşılması çok daha zor sorunlar kapının önünde bekliyor. Ayrıca bütün iyi niyetiyle Han’ın ailesinin sorunlarını çözmeye kendini adayıp bunun mümkün olmadığını ve her seferinde duvara tosladığını gördüğünde de başka sıkıntılar oluşacak gibi geliyor bana.
İnci, psikiyatrist önerisini gündeme getirdi. Gördüğü tablo karışışında yapılacak en mantıklı öneri de buydu zaten ancak aslında durum Han’ın ona söylediği gibi değil gerçekte. Ablalarının tedaviyi kabul etmedikleri doğru ama onları tedaviye zorlamak bir anlamda Han’ın kendisinin de buna ihtiyacı olduğunu kabullenmesi demek ve Han, ailesindeki ve hatta kendindeki sorunları görse de bunlar için bir dış yardım talep etmeyecek bir adam. Ablalarını ikna edemediği doğru ama kendisi de bir destek almayı hiç düşünmüyor. Kendi sorunlarıyla dalga geçebilecek kadar durumunun farkında olan bir adam, bir uzman yardımı almaya kalkışmıyorsa orada da üstünde durulması gereken başka noktalar var demektir. Üstelik “Dünyama hoş geldin!” diyerek İnci’ye açtığı kapı aslında sadece ablalarının dünyası bir anlamda. Kendi kusurlarından ve saplantılarından hç söz etmeden sorunlu bir ailenin fedakâr bireyi profili yaratmayı da başardı İnci’nin gözünde. Onu kendi dünyasına yine almadı gerçekte, dahil etmek istediği dünya sadece ablalarının sorunlarıyla dolu olan. Yine de Han, İnci’nin varlığıyla bir normalleşme çabası içine girdi bunu göz ardı etmek de mümkün değil.
Han’ın normalleşme gayreti, Neriman’ı şimdilik bir yana bırakırsak diğerleri için ne yazık ki söz konusu değil. Gülben’in Han ve İnci’ye cephe alması ve açık bir savaş başlatması kuşkusuz Safiye’nin manipülesiyle oldu ancak Safiye’nin hiç tahmin etmediği şey, en güçlü müridinin ondan uzaklaşmasıydı elbette. Her tartışmadan sonra Gülben’in koşa koşa kendisine gelmesine alışkın Safiye, ilk kez beklediğini bulamadı. Herkesin “aklını başına getirmek için” (!) pasif direnişe geçmesi de işe yaramadı ve hiç alışık olmadığı bir sonuçla karşılaştı: Evde tamamen yalnızlaştırıldı. Evde yapayalnızken çok ürktüğü fırtına ve gök gürültüsü, onu deli gibi korkutunca bütün iyi niyetimle üzülmek istedim Safiye için. Hele, sokak kapısının önünde Memduh’la konuşması tek kelimeyle hazindi ama gel gör ki ben artık Safiye’yi çok anlasam da galiba ona acıma duygumu kaybettim. Onun çocukluğuna yönelik flashbacklerden anladığımız kadarıyla her şey Safiye’nin kendini cezalandırmak istemesiyle başlamış. Annesinin “uğursuz” suçlaması, sevilmeyen bir evlat olması, Naci’yle masum ilişkisinin yarattığı acı sonuç, hepsi ama hepsi Safiye’nin “Ben kötüyüm!” sonucuna varmasına ve kendisini acımasızca cezalandırmasına neden olmuş. Fakat çok muhtemelen annesinin ölümünden sonra bu cezalandırma, biçim değiştirmiş ve kendisi yerine çevresindekilere ceza kesmeye başlamış. Hem de çok acımasızca, tam anlamıyla eziyet edercesine bir bedel ödetmek alışkanlığı edinmiş. Benim ağırıma giden de tam olarak bu. Evdekileri cezalandırmayı o kadar acımasızca yapıyor ki zaman zaman olay, sadistlik boyutuna dayanıyor ve en kötüsü de yaptıklarından anlık üzüntü duysa da geri adım atmıyor. Gülben çok haklı aslında öyle ya da böyle kendisi bir seçim yapmış ama bu seçimin bedelini kendine değil evdekilere ödetiyor. Naci’nin apansız ortaya çıkan varlığı, mutlaka Safiye için bir etki oluşturacak. Han’ın İnci’den güç alıp normalleşme çabasına girmesi gibi Safiye’de de benzer bir istek uyanabilir mi, bilemiyorum ne var ki Naci’nin varlığının da onun normalleşmesine yetmeyeceği çok açık. Naci’nin geçmişi nasıl değerlendirdiğini, Safiye’yi suçlayıp suçlamadığını ve tam karşı daireye yerleşmekteki amacını bilemiyoruz henüz ama Safiye’nin Naci bile olsa herhangi biriyle bir ilişki kurması ve bunu sürdürmesi şu anki tabloda imkânsız. Yine de benimki umut dünyası… En azından Safiye’den yitip gidenlerin bir kısmını yeniden yerine koyabilir mi diye düşünmekten geri duramıyorum. Bu arada Tansel Öngel, çok sevdiğim oyunculardan biri ve Masumlar Apartmanı’na çok yakışacağına da yürekten inanıyorum. Şimdiden hoş geldin, hoş getirdin demek istiyorum.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün set ekibinin emeklerine sağlık.