Masumlar Apartmanı, 17. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Çılgın ergenlik günlerimin, yine tozu dumana kattığım birinde “Koskocaman dünyada…” diye başlayan bir bencillik nutkuna girişmiştim evdekilere. Babam sözümü kesip “Evet, koskocaman dünya ama o dünyaya uzaydan bakıldığında sen toplu iğne başı kadar bile yer işgal etmiyorsun. Çok önemseme kendini!” demişti. Gerçek suratıma tokat gibi çarpmış ve çok canım yanmıştı. Hâlâ zaman zaman bencillik yaptığımı hissettiğimde bu cümle gelir aklıma ve bir silkelenirim. Masumlar Apartmanı’ nı bu hafta izlerken de evrende toplu iğne başı kadar yer işgal etmeyenlerin bencil duygularını düşünüp durdum. Hikmet, Memduh, Haluk, Naci, Han, İnci ve bir noktadan düşündüğümüzde Safiye. Gerçi Safiye’yi derhal bu halkanın dışına almak ihtiyacı duydum. Onunkine bencillik deyip geçmek mümkün değil ve hatta onu sıradan bir insanı değerlendirme ölçütleriyle düşünmek de doğru değil ama diğerleri, odağa kendilerini aldıkları bu dünyada karşılaştıkları ve başlarına gelen durumlara kendi “haklılıkları” noktasından tepki veriyorlar. Haksızlar mı diyeceksiniz, biliyorum da hayatta bazen hak da yok haksızlık da; haklı da yok haksız da… Bazen bütün bu kavramların içi bomboş kalabiliyor.
İnci ve Han evliliğine Safiye’nin tepkisinin çok ağır olacağını biliyorduk, oldu da… Korkuları, çaresizlikleri, travmaları, yaşadıkları düşünülünce onu şimdilik kenarda bekletmek gerek çünkü durumun Safiye açısından izahı bir iki cümleyle yapılıp geçilecek gibi değil. Safiye gibi Memduh’un da tepkisi şiddetli olacaktı ve o da gerçekleşti ama işte tam da orada durmak istiyorum, azıcık. “Ben bunu hak edecek ne yaptım?” tavrına “Amca, olup bitenin senle alakası yok ki! Kimse sana bir ceza filan vermeye kalkışmadı, evlendiler o kadar. İki insanın hayatı ve kararı… Konunun senlik bir tarafı yok.” diyesim geldi. O kadar bencil bir sevgisi var ki Memduh’un bunu algılaması elbette mümkün değil. Onun isteği hilafına gerçekleşen her durum “ona karşı” yapılmış bir saldırı ve aksine inanması söz konusu değil. Şimdi bir an durup madalyonun diğer cephesine bakmak istiyorum. Varsayalım haklı Memduh – ki özünde gerçekten de haklı; İnci, Han’la mutlu olamaz – ve bu evlilik kararı İnci’nin yaptığı bir büyük yanlış. İyi de torununu çok sevdiğini ve hep onun yanında olacağını iddia eden bir adamın “Onunla evlendiysen ailen yok!” tavrını nereye oturtmalı? İnsanların hata yapma hakları vardır. Sevgi tam da burada devreye girer çünkü sevgi, “Ben bunu hak etmedim, bana bunu yapamazsın!” tarzı bir şey değil. Karşındaki insanın hata yaptığına inanıyorsan ve onu gerçekten seviyorsan ötelemek, kendinden uzaklaştırmak, kovmak aklı başa getirici olmaz aksine onu karşı tarafa iter ve senden koparır. Yapılacak tek şey “Ne yapmış olursan ol, ben seni seviyorum.” demek ve bunu hissettirmektir ki karşındaki insan, hatasını anladığında koşup sana gelebileceğini de bilsin. Sevgi, sarmalayıp koruyan bir duygudur. Hata da yapsa, kendine zarar da verse “seviyorum” dediğin insanı, o bulutun içine sokup öyle tedavi edersin ki yarası kanamasın, mikrop kapmasın ve öldürücü olmasın. Hata yapana “Tek başınasın!” dediğinde onun sana koşma, sığınma ve yardım talep etme hakkını da alıyorsun elinden. Memduh, kızında yaşadıklarının etkisiyle İnci’ye bu çıkışı yapıyor, biliyorum ama bir başkasının hayatı üzerinden hâlâ “ben” diyebilmek de beni fazlaca sinirlendiriyor, doğrusu.
Sinirlerimle oynayan bir başka isim de Hikmet Bey. Valla kimse kusura bakmasın ama ben hâlâ Hikmet Bey’in “Oğlumla balık tutamadım, top oynayamadım” günah çıkarmalarına hak veremiyorum. Onunki salt bir bencillik işte! Ölümün nefesini ensesinde duyduğunda Neriman’a günah çıkarırken “Bütün bunların sorumlusu benim” demeyi unutuyor. Perihan’a hâlâ çok âşık olabilir, Hasibe’yi hiç sevmemiş de olabilir ama geç Hasibe’yi bir kalem; dört çocuk, dört çocuk yahu… İnsan dünyaya gelmesinden sorumlu olduğu dört insanın bu kadar eziyet çekmesine, işkence görmesine nasıl razı olur? Şimdi cinsiyetçilik yapacağım ama bile isteye… Eziyet eden Hikmet ve ses çıkaramayan Hasibe olsa bir yere kadar anlamaya çabalardım. Bizim toplumumuzda kadının erkeğin gölgesinden çıkamama, hele hele baskıcı bir adama boyun eğme sorunu oldum olası var çünkü ama Hikmet için bu da geçerli değil. O kolayı seçmiş ve üç maymunu oynamış. Kendi yasını doya doya yaşarken bir yandan da Hasibe’nin yarattığı cehenneme odun taşımış. Şimdi “Oğluma düğün yapacaktım, kızımı evlendirecektim.” zırvaları beni zerre kadar ilgilendirmiyor doğrusu.
Kolayı seçmek deyince Naci’yi görmezden gelmek olmaz. Naci’nin ölüme bir kala, artık kendi içinde kalanları yaşama arzusunu anlıyorum ama Gülru, Naci’ye “Nasıl bu kadar zalim olabiliyorsun?” dediğinde verdiği cevap yine de ürpertti beni: Çünkü bu kolay… Evet Naci de kolayı seçti. Küçücük bir kıza zalimlik ederek kolayı seçti ama Naci ölmekte olan bir adam ve kolayı seçme hakkı var. Bencil olma hakkı da var. Bunu düşününce haklıyı haksızı ayıramadığımı ve yargılayamadığımı fark ettim ve tam da o an kendime geldim. Yargılayamıyorum çünkü yargılamak benim işim değil. Ben kimsenin hayatını, kimsenin yaşadıklarını yargılama konumunda değilim. Ancak herkes gibi “kendimce” doğruyu seçip onu yaşama noktasındayım. Naci, bu dünyada çok az kalan günlerini “içinde kalanları yaşamaya” adamış. Biliyor, ağaçtaki son yaprak düştüğünde öleceğini ama öte yandan bir de kaldırım taşlarını delip her şeye rağmen inatla yeşeren çimenler var. Bu tezadı görüyor elbet, görüyor ve bu zıtlıktaki ironiye bakıp acı acı gülümsüyor sadece ama o artık hayatta etkin bir rol alacak konumda değil. En azından kendini öyle görmüyor, ölüme ve kadere teslim olmuş sadece birazcık daha zaman istiyor. Safiye’yle yarım kalanları yaşayabileceği birazcık zaman… Oysa bir baba, Naci. Çok sevdiğine inandığım bir kızı var ve o çocuk, baba sevgisinin bir kırıntısı için kendini paralıyor; ruhunu ve bedenini, anlamını asla anlayamayacağı dizelerle, duygularla tıka basa dolduruyor. Öyle belli ki geleceğin bir tür Safiye’si olacağı… Annesi bir Hasibe olmayabilir ama babası tarafından ötelenmenin yarattıklarını silip geçmesi de mümkün değil. Bütün bu olanlarda hiç suçu olmayanlardan biri Tomris, belki de en masumu… Ve gerçekten de hayat bazen bizi zorla bir yola sokuyor, dönmek de başka yola sapmak da mümkün değil çünkü bize seçenek sunmuyor. Ne yazık ki Tomris, tıpkı Safiye gibi kendisini şiirin içine kilitlemiş ama kızını “sevmeyen” bir baba hatırlayacak ve o sevgisizlik ömrü boyunca sırtında taşıyacağı bir kambur olacak.
Safiye, hiç farkında olmasa da Hikmet Bey’in büyük aşkı Perihan’ın konumunda şu an. Belki de olmak isteyeceği son yer bu ama Naci, onu Gülru ve Tomris’in gözünde tam da bu konuma yerleştirdi. Hayatın Safiye’ye yaptığı soğuk esprilerden biri de bu. Yüreğindeki Naci’nin azıcık ılıtır gibi olduğu buzlar, onun Gülru’yla; Han’ın da İnci’yle evlendiğini öğrendiği anda yeniden kaskatı oluverdi. Aslında o da Han ve İnci evliliğine Memduh’la aynı yerden bakıyor. Bu, birbirini seven iki insanın kararı değil ona karşı yapılmış bir saldırı… Ancak Safiye’ye kolayca “bencil” deyip geçmek mümkün değil. O hayatta hiçbir şeyi olmamış bir kadın… Annenin ölümüne kadar varlığı bile yok. Onun ölümüyle evde, sınırsız bir özgürlüğe kavuşuyor. Artık onun evi, onun koltuğu, onun mutfağı, onun odası ve onun kardeşleri var. Her şey onun… Kendine ait bir imparatorluğa kavuşuyor ve tebaası, elbette onun istemediği bir şeyi yapamaz. Yapmaları demek, Safiye’nin kendi gücüyle elde edemediği varlığını, yine onun isteği haricinde yıkan bir saldırı demek. Birey olamamış ama güdüsel olarak bunun savaşını veren bir kadın o. Üstelik korkuyor, deli gibi korkuyor. Terk edilmekten, yalnız kalmaktan, sevilmemekten… Aslında ruh sağlığı gayet yerinde olanlarımız için bile korkulası duygular bunlar. Hele de Safiye… Asla anne olmaması gereken bir kadının işkenceleriyle ruhu yok edilen Safiye… Kurtulamıyor, çabaladıkça daha da batıyor. “Uğursuz” damgasını öyle benimsemiş ve suçluluk duygusu öyle girmiş ki hücrelerine bundan arınması da mümkün değil. Ölümüne korkuyor yalnız kalmaktan ama o korku, onu sevdiklerine yaklaştırmıyor aksine itiyor, yanında olmak isteyeni çünkü yanına çekerse onlara da zarar vereceği kâbusuyla yaşıyor. Naci’yle görüşmesini Han’ın evliliği ile birleştirecek kadar sapkın onun zihni. O kadar yalnız ve o kadar çaresiz yaşamak zorunda kalmış ki ödü kopuyor sevdikleri onu bırakıp gidecek diye ama normal ve sağlıklı bir sevgi ilişkisi hiç görmemiş ki Safiye. Nasıl sevilir, nereden bilsin? Kırıyor, döküyor; can acıtıyor, hırpalıyor, aşağılıyor… Sanıyor ki acı çektirirse onu daha çok sevecekler çünkü bütün bunlara maruz kaldığında o Hasibe’yi daha çok sevmiş ve daha çok bağlanmış. Sanıyor ki birilerini yanında tutmanın tek yolu bu! Çünkü o gidememiş, o terk edememiş ve öldüğü ana kadar o, anne dediği canavara sımsıkı bağlı kalmış. Peki ya, Safiye’nin eziyet ettikleri? Hakkı var mı bunu yapmaya? Bunu bir an bile düşünmek saçma, elbette hakkı yok, elbette bu Gülben için de Han için de Neriman için de ve hatta İnci için de haksızlık ama işte bir kez daha hak ve haksızlık kavramlarını birbirine karıştığı o bulanık sudayız.
İlk kez bu hafta, Han’a gerçekten acıdım ve çaresizliğine sonuna kadar inandım, ben. Safiye gibi, hem de böyle ağır bir kriz geçirmiş bir ablayı, evi, aileyi bir yana öteleyip İnci’yle bir dünya nasıl hayal etsin ki? Safiye’ye minnet duygusunu; Gülben, Neriman ve babasına karşı hissettiği sorumluluğu koyalım bir yana size muhtaç, siz olmadan ayakta kalmaları mümkün olmayan insanlara “Benim hayatım, benim kararım…” deyip yürüyüp gidebilir misiniz? Buna içimizden kaçı, evet diyebilir bilemem ama ben diyemem. Haa, peki ara çözümler: Uzaktan kontrol edip kollamak, kendi hayatını yaşarken onlara da hayatında bir yer açmak?.. Kendi hayatı yok ki Han’ın, hiç de olmamış. Annesi eline o mektubu tutuşturup onu Naci’ye gönderdiğinde Han’ın hayatını Safiye’ninkine kitlemiş. O vicdan yüküyle, “Ben yaşıyorum onlar yaşayamıyor.” azabıyla ara çözüm filan bulamaz Han, kandırmayalım kendimizi. O zaman niye evlendi İnci’yle? Açıklamasında bence çok dürüst: İnci onun tutunacağı tek daldı ve ne olursa olsun diyerek o dala tutundu. Hesap kitap yapmadı, nerde nasıl yaşarız planlamadı, böyle evlilik mi olur sorgulamadı. İlk kez kendisi için bir şey yaptı, herkese ve her şeye rağmen.
İyi de İnci, kendine ait bir dünya istemekte haksız mı? Asla değil! Peki, Han ona “Sen sevmediğin adam için 2 yılını verdin, sevdiğin adama anlayışsızlık ediyorsun.” derken haksız mı, o da değil. Yaşanan o krizin orta yerinde “Ama bizim pembe panjurlu evimiz olacaktı, hayallerimiz vardı.” demek; bırakın evlilik sorumluluğunu, ilişkiye bile hazır olmadığının göstergesi. Gülben’in romanlardaki aşkı yakalama hayaliye İnci’nin sorunları görmezden gelip mutlu mesut Han’la “baş başa” yaşama hayali yarışır. Ancaaakkk İnci’nin çok haklı olduğu bir nokta var: O da Han’ın bunu baştan söylemesi gerektiği. Peki, Han bunu baştan söyleyebilir miydi? “Sevdiklerini kaybetme korkusu” gibi bir öğrenilmiş çaresizlikle büyüyen herkes gibi hayır, asla söyleyemezdi. Bu haksızlık mı? Evet, İnci’ye yapılan kocaman bir haksızlık ama ne yazık ki hayatta istesek de istemesek de haksızlığa maruz kalma durumumuz var.
Toplumsal yaşam, birey olmayı başarmış insanlara “hakkını arama” ve “haksızlıkla mücadele etme”yi öğretir ama bu, kasa kuyruğunda sıranı kaptırmak veya sınav kâğıdının doğru değerlendirilmemesi gibi bir durum değil. Hani özgürlükle ilgili klasik bir tanım vardır “Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde seninki biter.” denir. İşte Masumlar Apartmanı’ndaki ilişkilerde de öyle: Birinin hakkının başladığı yerde diğerininki bitiyor.
Yazımı bitirmeden bölümün finalindeki Ezgi Mola’nın solo performansından söz etmezsem ben de haksızlık etmiş olurum. İyi bir dizi izleyicisiyimdir. Beğendiğim oyuncular, hayran kaldığım sahneler var ama Safiye’nin Hasibe’yle savaştığı o sinir krizi sahnesi benim “en iyiler” sıralamamı altüst etti. Sahneyi dalga dalga yükselten ve bir sonraki dalgayı tahmin etsem de su yutmaktan kaçamadığım enfes ama gerçekten enfes bir oyunculuk izledim. An be an Safiye’nin beynini, ruhunu ve çaresizliğini benim hücrelerime işledi, Ezgi Mola. Duyguyu, dehşeti ve acıyı muazzam geçirdi. Dönüp dönüp izlediğim ve defalarca da izleyeceğim harikulade bir oyunculuk gördüm. Kocaman bir “helal olsun” deyip ayakta alkışlıyorum.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün ekibin emeklerine sağlık.