YAZAR:Irmak TERCANER

Hayatta yaşanan her an, bir domino taşının devrilişi gibidir. Taşların devrilişi ile başlayan her son, başka bir başlangıca gebedir. Tek bir taş yoktur ki devrildiğinde bir sonraki taşı etkilemesin, onun hayatına değmesin, tıpkı Masumlar Apartmanı’nda olduğu gibi… Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanmış olan Masumlar Apartmanı‘nda yaşayan neredeyse tüm karakterlerin hayatı, tam da bu şekilde ilerlemiş. Karşımızda yaşadığı bir kayıp sonrası evine, ailesine küserek devrilen bir baba, o baba enkazından sevgisizlikle çıkmış, aynı sevgisizliği çocuklarına yaşatmış bir anne ve yine o anne sevgisizliğinin travmatik bir şekilde sirayet ettiği dört kardeş var! Öte yandaysa hayatını kaybeden genç bir kadın üzerinden, kızını koruyamadığı fikriyle dibe vurmuş, bu dibe vuruşu hayatta geriye kalan iki torununu ‘’koşulsuz korumak’’ motivasyonu ile sonlandırmış bir dede ve bu şekilde hayatlarına devam etmeye çalışan iki genç insan… Neresinden bakılırsa bakılsın, her iki ailenin etrafında şekillenen bu projenin gidişatı, tam bir domino taşı etkisinde. O geçmişteki karakterlerin yaşadıklarından bugün, Masumlar Apartmanı’nda etkilenmeyen tek bir yaşam yok.

Geçtiğimiz haftayı, İnci ve Han’ı gören Safiye’de bırakmıştık. Safiye’nin İnci’yi konumlandırdığı yer, ona karşı tavırları ve üstüne aile fertleri dışında kimsenin eve girmesine izin vermemesi gibi noktalar düşünüldüğünde doğacak çatışmayı endişeyle beklemeye başlamıştım. Safiye’nin, karşılaştığı sorun karşısında çözümü Memduh Bey’de araması işleri iyice karıştırmış, İnci bir karar eşiğine gelmiş, normal olarak dedesini ve ailesini tercih etmişti. Geçmişte yaşadığı anne kaybı, terk edilmeleri gibi noktalardan hareketle, İnci’den başka bir tercih yapması beklenemezdi zaten.

Mahatma Gandhi der ki “Eğer hata yapma özgürlüğünü de kapsamıyorsa özgür olmanın bir anlamı yoktur.” Hata yapma özgürlüğü, insanın hayatta sahip olduğu en değerli özgürlüktür. Dozunda yapılan hatalar, bize yanlışı gösterirken aynı zamanda bizi, doğruya bir adım daha yaklaştırır. İnsan hata yaptıkça büyür, büyüdükçe olgunlaşır, olgunlaştıkça daha emin adımlarla ilerler. İnci, hata yapma hakkı olmadığını düşünen bir karakter. Bu düşüncesinin temelinde yatan şey, dedesinin onun üzerinde kurduğu baskı. Masumlar Apartmanı’nda, başladığı ilk günden beri İnci’nin tek yanlışı, yalan söylemesiydi. Evet, yalan söylemek ciddi bir yanlıştı ama bazen bir eylemin yanlış olduğunu kabul etmekten daha da kıymetlisi, o insanın neden o yanlışa yöneldiğine dair bir cevap üretebilmektir. İnci yalan söylüyor çünkü dedesini çok iyi tanıyordu. Karşısında fikri değişmeyen, torunlarını dinlemeyi ve anlamayı reddeden bir dede vardı ve o, gerçeklerle geldiği zaman asla kazanamayacağı bir savaşa gireceğinin farkındaydı. İki karakter arasındaki bu çatışmayı, iki açıdan ele almak mümkün: İnci’nin karakteri ve dedesinin kendine yüklediği misyon. İnci, hayatını başkaları için yaşayan bir karakter. Bu özellik, aslında gelişmemiş bir karakter özelliği. Geçmişte yaşadığı travmalardan tutun da acılara kadar hepsinden dolayı benliğinde zayıf kalmış bir yan var. Onun ne ruhu ne hayatı ne de kalbi özgür. Karşımızda, kendisi dışında herkes için yaşayan ve sevdiklerinin zincirlerini bir pranga gibi taşıyan bir kadın var. Bir bakıyorsunuz dedesi için Han’dan vazgeçiyor, bir bakıyorsunuz patronunun duygu sömürüsüne aldanıp işte kalıyor sonra yine bir bakıyorsunuz ki uzunca bir süre sevmediği ve değişmeyeceğini acı tecrübelerle anladığı bir adama, yine sırf onun iyiliği için katlanıyor. Evet, İnci bunların hepsini tek tek yaptı. Hayatında bulunan herkesin ona baskı yaptığı bir noktada, o baskılara yenik düşüp hayatını kendi hayatı olmaktan çıkarıp başkalarının tekeline bıraktı. İnci gibi tüm dünyası baskı ile kuşatılan insanlar, zamanla sağlıklı karar verme noktasından uzaklaşır, yaşamlarının dümenini kaybederler. Baskı karşısında bu kaçınılmazdır ancak ben, yine de işin İnci’nin kendisinde bittiğine inananlardanım. Baskı ne denli fazla olursa olsun, insanın hayatıyla ilgili son sözü söyleme hakkı vardır. İnsanın kendisi için biçilmiş rollerden sıyrılabilmesi, onlara kendi özgür iradesiyle cevap üretebilmesi, yaşamda nefes aldığını gösteren en kıymetli şeylerdir. Tam da bu yüzden, İnci’nin dedesiyle geldiği son noktayı, geçmişte yaşadığı travmalar yüzünden karakterinde oluşan zayıf yönlere, savrulmaya yatkın kişiliğine bağlıyorum. Bazen zayıflıklarımız, çevremizdeki insanlara bizim adımıza karar verme cesaretini verir, unutmamak lazım. Bölümde, Han’ın ona aldığı kırmızı balonu gökyüzüne bıraktığı bir sahne vardı ki o sahnede, metaforik olarak ruhunu salma isteği de vurgulandı. Herkesin onun adına karar verdiği, hayatını başkaları için yaşadığı bir noktada İnci, asla özgür değildi ve elinde olsa ruhunu, gökyüzüne salıvererek istediği özgürlüğe kavuşacaktı. Öte yandan, İnci ve dedesi arasındaki çatışmayı Memduh Bey üzerinden okumak da oldukça mümkün. Derler ki “İnsanoğlu, hayatta hep yarım kalmış şeyleri tamamlamaya çalışır.” Bu psikolojide ‘’tamamlanmamış işler’’ olarak ele alınır. Memduh Bey, geçmişte kızını koruyamadığını düşünen bir insan. Kızını koruma görevi, başarıya ulaşmamış bir görev ve o, bunu torunları özellikle de İnci üzerinden tamamlamak istiyor. Onun için çocukların mutluluğu önemli değil. Asıl mesele onları korumak, onları onlara rağmen korumak ve bu, saplantılı bir durum. Hayatta ilk nereden kırılırsak hep oradan kırıp kırılacağımıza dair yaygın bir görüş vardır. Masumlar Apartmanı’nda yaşayan her karakter için de geçerli bir görüş bu. Memduh Bey de muhtemelen ilk ve en acı kırılışını kızının kaybı ile yaşamış ve o saatten sonra, o hadiseye neden olan tüm düşünceler üzerinden İnci’ye yüklenerek onu korumaya çalışmış. Mevcut durumda ben, İnci ve Ege’nin dedesi Memduh Bey’i, bir dede olarak görmüyorum. O, hâlâ ölmüş kızının babası ve onun için de İnci aslında İnci değil, yıllar önce kaybettiği kızı. Onların arasında yaşananlar bir dedenin torununu koruma içgüdüsünden çok aslında geçmişin bir dışavurumu ve görünen o ki Memduh Bey, bundan kolay vazgeçmeyecek.

Bu hafta kalbimi küt küt attıran sahnelerden biri, görüşmeme kararı aldıktan sonra Han’ın, radyo yayınına bağlandığı sahneydi. Herkesin dinlediği yayın sırasında Han’ın, ilk kez duygularını bu denli açık ifade etmesi hele de “Kurşun Asker” takma adıyla yayına katılması beni oldukça etkiledi. Geçen haftaki yazımda, geçmişi travmalarla dolu iki karakter Han ve İnci’nin hayat yolculuğunda buluşmasının, ilk andan oluşan bir etkilenme durumunu doğurduğundan ve bu hızlı ilerleyişin, beni rahatsız etmediğinden bahsetmiştim. Eğer izlenen hikâye, normal şartlar altındaki iki insanın duygu oluşumu olsa elbette bir süreç ister, karşılıklı adımlar izlemeyi beklerdim. Ancak izlediğimiz hikâye ve o hikâyenin karakterleri, normal şartlarda yaşamıyorlar. Kendi hayatlarını bir kenara iterek sevdikleri için bir yaşam sürmeye çalışan, ruhu sancılı bu iki insanın buluşması bu yüzden güçlü bir sevgiyi, bağlılığı doğurdu ve bu durum, ruhumuzu delip geçen bu üzücü öyküye iç ısıtan bir yan kattı. Han, belki isteyerek belki istemeyerek kendi hayallerini bir kenara bırakmış, hayattan vazgeçmiş ve hızla seyirci koltuğuna oturmuş bir insandı, ta ki İnci hayatına girene kadar. İnci, uzun yıllar önce ucunu bıraktığı hayatla bir köprü kurdu arasına. Doğal olarak Han da bu yüzden İnci’yi bırakmak istemiyor. Düşünsenize, seyirci olduğunuz hayata yeniden sizi dahil eden bir insandan kim kolay vazgeçebilir ki? Yaşamla yolları yeniden birbirleri sayesinde kesişen bu iki insanın duygularını izlemek, en nihayetinde hem çok zevkli hem de zaman zaman endişe verici bir hâl alıyor. Zaman zaman Han’ın, İnci’ye beslediği duyguyu saplantılı bulmuyor değilim. Bu bölüm, İnci’nin, Han’dan istediği yalnızca iki gündü, her şeyi toparlamaya yarayacak iki gün. Ancak Han’ın bırakın iki günü, birkaç saat bile dayanamayıp attığı mesajlar, hayatla arasında köprü görevi gören İnci’ye duygularında saplantılı mı bir yaklaşım sergiliyor diye düşündürdü bana fakat bu endişemi biraz daha done toplayana kadar şimdilik rafa kaldırıyorum.

Yazımı bitirmeden önce, Safiye’ye dair bir şeyler söylemezsem bu yazı eksik kalır. Safiye, Ezgi Mola’nın elinde öyle bir hayat buluyor ki onu izlediğim her sahnede, tarif edilmesi zor duygular içinde buluyorum, kendimi. Bir yanım Gülben’i çarşaflar üzerinden vurduğu noktada onu, hayret ve kızgınlıkla izlerken diğer yanım, penceresine konan kuşa o denli derin yaralarla bakan Safiye’ye samimiyetle üzülebiliyor. Hangi duygu karmaşasını yaşatırsa yaşatsın onunla yol arkadaşlığımı, normal şartlar altındaki ilişkilerden ayrı tutarak ve geçmişte yaşadığı ağır travmalardan kaynaklı ciddi psikolojik sorunlar yaşayan biri olduğu fikrini zihnime kazıyarak devam ediyorum. Bu bölüm, Safiye’ye dair dikkatimi en çok çeken sahne, camına konan kuşa bakışı ve havayı derince içine çekişi oldu. O, kuşa öyle bir baktı ki sanki tek istediği o kuşun ta kendisi olabilmek, uçabilmek, gidebilmekti. Han’ın gazoz sohbeti sırasında söylediklerini hatırlayın. Bir zamanlar Safiye’nin de gidip görmek istediği yerler, keşfetmek istediği bir dünya, yani hayalleri varmış. Süreç içerisinde yaşananlar artık her neyse, Safiye’yi sadece takıntılı bir temizlik hastası yapmamış aynı zamanda onu, kurduğu hayallerden ve hayattan söküp almış. Kuş sahnesi, Safiye’nin olduğu kişiden hiç mutlu olmadığını gösterdi, bana. Onun da dışarıda görmek istediği bir hayat olduğunu ancak yine de bir şeyleri bırakamadığını hissettirdi. Sanki kendisini yerine koyduğu annesinin ruhu, onun içinde hapsolmuş gibiydi.

Etkili flashback sahneleri eşliğinde, annesinin hayatta olduğu sırada yaşadıklarıyla önümüze serilen Safiye’yi izlerken aklıma takılan bir şey oldu. Safiye, çocukluğu annesinden kaynaklı travmalarla dolu, o travmaların bugünlerini hazırladığı bir karakterdi ancak flashback sahnelerinde, annesi hayattayken kardeşlerine kol kanat geren, takıntıları olmayan, evi dengelemeye çalışan bir genç kız izledik, biz. Annesi yaşarken bir şekilde kendisini, psikolojisini, kardeşlerini idare etmeye çalışan kıza, ne olmuştu da daha sonraları bu hâle gelmişti? Aradan geçen yıllar ne doğurmuştu? Geçtiğimiz hafta, ailenin yaşadığı travmalarda asıl etkenin anne sevgisizliği olduğunu ancak annenin de en az çocukları kadar sevgiden mahrum kaldığına değinmiştim. Ailenin yaşadığı travmalarda anne sevgisizliği kadar babanın ilgisizliği ve sevgisizliğinin de bir etken olduğu, Safiye’nin babayla yüzleşmesinde net olarak hissettirildi bize. Hem de bu öyle bir etkendi ki belki anne sevgisizliğini bile tetikleyen şeyin ta kendisiydi. İnsanlar, hayatta en çok kimin onları sevmesini istemiş ve bunu bulamamışsa hep onun yerini doldurmaya çalışır o role bürünürler. Bu hikâyede de Safiye, hep annesi tarafından sevilmek istenmiş ancak bu isteği yerine hiç getirilmemişti. Bu yüzdendir ki aslında o, annesi gibi olarak hep onun sevgisini almak istemiş, alamadığı her noktada da geçmişte yaşadıkları ışığında belki haklı olarak babasına yüklenmişti. Safiye’nin, kimsenin sevgisinden emin olmamasından tutun da kaybetme ve yalnızlık korkusuna kadar her şeyini düşünün ve neden bunların hepsinin onda mevcut olduğunu sorun, kendinize. Onun geçmişinde hep terk eden bir baba ve yalnız kalan bir anne figürü var ve o, kendi korkularını ya da öfkesini değil annesinin korku ve öfkelerini yansıtıyor. Bugün Derenoğlu ailesinde anne rolünü devam ettiren kişi Safiye, peki ya baba rolü? O rol, Han’ın omuzlarında ve Derenoğlu ailesindeki çatışmada aslında değişen sadece kişiler… Evdeki ana çatışma hâlâ anne ve babanın varoluşsal çatışması üzerine devam etmekte, bir bakıma geçmişin hesapları kapatılmakta. Her ne kadar kuş sahnesi üzerinden Safiye’nin içinde bulunduğu durumdan rahatsızlığı vurgulansa da onun dönüşümünün sancılı olacağı bir gerçek ve ben, önce Safiye sonra Gülben olmak üzere ailenin tedavi süreçlerini çok merak ediyorum.

 Yazan, yöneten oynayan ve emek veren herkesin eline sağlık. Haftaya kadar sevgiyle kalın!

 

 

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.