Müthiş Bir Mirastı “Çelenler” Azra’ya Kalacak Olan…
Yazar: Ayşe KUTLUHAN
Mert’in bir şekilde telefonu eline geçirip Azra’yı aramasıyla kapatmıştık geçen haftaki bölümü. Kardeşinin kanlı canlı sesini duyan Azra’nın yaşadığı o mutluluğu hiç şüphesiz ki hepimiz içimizde bir yerlerde hissettik. Attığı adımın nereye gittiğini bilmeden, hayatı sadece birkaç insanla ve piyanosuyla sınırlı olan masum bir çocuktu, Mert. Dış dünyaya açılan küçük penceresinden gördüğü ‘’küçük küçük evler’’ di sadece. Buna rağmen Azra’nın direktiflerine uymayı başarıp kapıyı zorladı, pencereden baktı; kendince ve dili yettiğince çevrede gördüklerini anlatmaya çalıştı ancak başarısız olması da kaçınılmaz bir sondu. Pencereye uzanan minicik eline temas eden elle birlikte içine dolan kurtulma umudunu bir anda kaybetmişti, Mert. Azra’nın tüm çırpınmalarına rağmen, yüzüne kapanan telefonla da yarım kalmıştı bütün sevinci. Sesini duyup en azından artık yaşadığını öğrendiği savunmasız kardeşinin ‘’Korkuyorum’’ diye yakarışından sonra ne kadar büyük bir umut büyütebilirdi ki içinde Azra; nasıldı, Mert? Neden korkuyordu? Evet, yaşıyordu fakat ne durumdaydı? Aç mıydı? Uykusuz muydu? Her şeyden önce ona ne yapıyorlardı? Biraz empati yapabiliyorsa insan, bütün bu soruların cevabı olabilecek şeylerin düşüncesi bile korkutur kişiyi…
Yeri tespit edilen Mert’i alma umuduyla gittikleri evden eli boş dönen Azra, yeniden bir çukurda buldu kendini. Ama her şeye rağmen yapılan kimlik tespitinden sonra ortada arayabilecekleri bir isim olması, düştüğü yerde bir ışık tuttu Azra’ya. Artık kiminle olduğunu ve neden orada alıkonduğuna dair bir fikirleri vardı. Korksalar da endişelenseler de bir adım yaklaşmışlardı kardeşine. Mert’in hâlâ kayıp olması Cenk’in kapılarının yeniden Azra’ya açılmasını sağlıyordu. Çevresinde var olan herkesi, birer birer kaybetmesinin ardından başını koyabileceği tek omuz her fırsatta Cenk’in omzu oluyordu. her seferinde en ihtiyaç duyduğu noktada elini uzatan hep Cenk’ten başkası değilken bir anlık öfkeyle onu çıkmaza sürükleyen de maalesef yine Cenk oldu.
Hayat her fırsatta Azra’nın karşısına Cenk’i savururken Cenk de bir şekilde Azra’nın hayatında kendine ait bir şeyler buluyordu. Tıpkı Azra’nın yaptığı kemik çorbası gibi… Cenk; babaannesinden, en çok da geçmişinden kaçmaya çalışırken evlerinin simgesi haline gelmiş kemik çorbasını Azra’yla karıştırırken buldu kendini. Öte yandan Azra, Çelen ailesinin simgesi haline gelen Feride babaannenin özel tarifli kemik çorbasıyla sınava tabii tutuluyordu, Feride Çelen tarafından. Feride Hanım’ın bitmez tükenmez “Azra sınavları”nı izleyince ‘’Yetmedi mi artık!’’ diye söylendiğimde Feride Hanım’ın taa 1. bölüm girişindeki konuşması kulaklarımda çınladı: ‘’Aile insanın en değerli hazinesidir; aynı çatı altında acısıyla tatlısıyla yaşanan bir ömrün tatlı telaşıdır, aile ocağı. Acılara göğüs gerdiğin, sevgisiyle huzura erdiğin sıcak bir yuvadır. Emektir, şefkattir; aynı sofrada kök salmaktır. Vakti geldiğinde ise teslim edilmeyi bekleyen en kıymetli mirastır. Evlatlarına bırakacağın böyle bir maneviyatın yoksa zenginliğini paran, pulun bir mendil bile etmez gözyaşını silmeye.’’ İşte tam o anda Feride Hanım’ın ardı ardına yaptığı bu ağır sınavlar bir yerlere, net bir şekilde oturdu bende. Ne kadar dikkat ettiniz ya da ne kadar önemsediniz bilmiyorum ama Serap Çelen, Feride Hanım’a ısrarla anneciğim diye hitap ederken Feride Hanım inatla gelinim diyor çünkü Serap Çelen, Feride Hanım’ın gözü kapalı ailesini emanet edebileceği bir aile bireyi değil… Çünkü Serap Çelen, hiçbir şekilde bu aileyi senelerdir tek başına ayakta tutmayı başarabilen kendisi kadar güçlü bir kadın değil. Onun için iktidar, paradan ibaret. Serap Hanım’dan umudunu yitiren, onu gelini olarak çok sevip benimsese de kendi kızı gibi göremeyen Feride Çelen, rengini belli etmese de Azra’yı kestiriyor gözüne. Karşılık beklemeden seven, kendinden tavizler verip başkaları için yardıma koşan, kendi yarasını unutmasa da bir kenara koyup bir başkasının yarasına derman olmaya çalışan, kendi gibi bir kadın Azra ve son olarak kendinden sonra Çelen konağının simgesi haline gelmiş olan “Kemik Çorbası”nın sınavını da geçmiştir, benim nazarımda. Vakti geldiğinde ailesini gözü kapalı teslim edebileceği o kişi Azra’dan başkası da değil ve Çelenler, Azra’ya müthiş bir miras olarak kalacak…
- bölümü seyredince bir şeyler rayına oturmaya başladı bende, daha net bir şekilde. Mert’in kaybolması, ev sahibinin birdenbire hapisten çıkan oğlu, Cenk’in öfkesini kontrol edemeyen hâlleri derken Azra, yeniden işsiz ve evsiz kalmıştı. Tarık’ın bütün ısrarlarına rağmen iş teklifini uzun süre reddeden Azra, bu defa mecburen kabul etmek zorunda kalmıştı; bu yetmemiş onun yoğun isteği ve Gönül Hanım’ın da onayı üzerine Tarık’ın evinde kalmaya da razı olmuştu.
Uyguladığı şiddetin sonucunda (sonuna kadar haklı olsa bile) Azra’nın bana göre yersiz tepkisine maruz kalan Cenk, ona ulaşamayınca her zamanki gibi kendini yakın dostu Tarık’ın evine attı. Gökte ararken yerde buldu misali Azra’yla Tarık’ın evinde koltukta uyurken karşılaşınca Cenk’in tepkisinin ne olacağı ayrı bir merak konusu, bende.
Azra, yine ve yeniden hayatıyla sınanıyor. Mert’i alıkoyan kadının insafa gelmesine “bir mucize” gözüyle bakarken Mert’in Azra yerine Sumru’yu araması benim için sürpriz olmadı açıkçası. Sumru’nun hiç düşünmeden onları sokağa atması yetmezmiş gibi şimdi Mert’in ablasına kavuşmasına da mani oldu. Her şerde bir hayır var derler ya, en çok inandığım Sumru’nun yaptığı bütün kötülükler Azra’ya bir ödül olarak geri gelecektir hiç kuşkusuz ki ve vakti geldiğinde kocaman bir aileyi müthiş bir şekilde bir miras olarak sevgiyle kabul edecektir yüreğine…
Genel Notlar:
- Efkan’dan bahsetmek istiyorum biraz; küçük damat, ne kadar çok güveniyor ki kendine binbir yalanla koskoca Çelen ailesinin karşısına çıkabiliyor? Aile Cenk’ten başkasını düşünmezken Efkan çok rahat o ailenin içine sızar, çokça da parasını yer muhakkak ancak bu ortaya çıkınca neler olur, bilemedim. Kolay gelsin sahte damat.
- Cansu açıkçası bu bölüm beni çok etkiledi; Azra için annesine diretmesi, Azra gelmek istemeyince onunla kalmak istemesi (Ne kadar kalabileceği meçhul) , takside giderken ‘’Ah Kemal abim.’’ diye içlenmesi… Hepsi bende bir artı… Ancak zaman geçtikçe Azra ve Cenk’in yakınlaşması karşısında içinden bir Sumru çıkacağına ikna oluyor gibiyim. Tarık’ın da ondan kalır bir yanı yok gibi. Doğum gününe gelmeyen Cenk’in Azra’nın yanında olduğunu anladığından Cansu’ya ‘’Bence o da gelmeyecek.’’ diyen Tarık, bile bile Azra’da bulabiliyorsa kendini ve Cenk’in duygularını anladığı hâlde Azra’ya bir şekilde yakın olmaya çalışıyorsa bir savaş çıkacak belli ki. İyi ve adil olan kazansın. ‘’Bir insanı bin kişi ister, bir kişi alır.’’ der atalarımız.
- Mesut’un Kemal’e attığı onca kazıktan sonra Mert’i düşünür hâlleri gözlerimi yaşartıyor açıkçası. Avukatın ofisine gelip hesap sormasının ardından benim iç sesim ‘’Onca yıllık aile avukatı, senin Mesut’tan ne farkın var? Sigortadan gelen parayı da biliyorsun, olan borcun miktarını da… Sen nasıl Sumru’nun Azra’nın hakkını yemesine izin verdin? Azra’ya yeni bir iş kapısı açabilirken niye bunu yapmadın?” diye ondan hesap soruyor. Bana kalırsa hepiniz sadece iyi gün dostusunuz. Net!
- Bölüm boyunca en çok sinirlendiğim ve mantığıma asla sindiremediğim kısım Azra’nın Cenk’e kızıp telefonunu kapatması. Mert kayıp; bulunması için müthiş bir adım atılmış, her şeyden önce Mert bir şekilde telefona ulaşıp Azra’yı aramış; bütün bunlar varken Azra, nasıl telefonunu kapatma sorumsuzluğunu yapabilir? Bir diğer taraftan; daha önce telefonu ilk eline geçirdiğinde Azra’yı arayan Mert, neden yeniden Azra’yı değil de onu istemediğini bildiği annesini aradı? Tamam, kabul, kurgu böyle ilerlemek zorunda, belli ki bir süre daha Azra’nın Mert’e ulaşmaması gerek, ama Azra bütün bu sorunlar varken o telefonu kapatamaz, bana göre. Eğer o telefon Mert ona ulaşamasın diye ve kurgu zinciri bu şekilde ilerlesin diye kapandıysa şayet Mert ilk önce ablasını arar ve ulaşamayınca annesini arardı. Bu da benim naçizane fikrim.
- Son olarak Cenk’e değinmek istiyorum biraz; içinde bulunduğu durumun ve usulca kalbine sızan duyguların farkına varan Cenk’in Azra’ya ‘’Adını koyamadığım bir şey var, beni buraya bağlayan.’’ demesi, onun gözlerine dalıp gitmesi, beni benden aldı diyebilirim. Telefona kayıtlı olan isimler değişti, omuzlarda uyundu, farklı farklı temaslarda bulunulup defalarca göz göze gelindi bu bölüm. Cenk için duygular daha net zira Azra’nın buna ayıracak vakti henüz hiç olmadı çünkü. Birkaç bölüme Azra’nın da yavaştan içine düşen şeyin farkına varacağına inanıyorum… Öte yandan evsiz kalan Azra’ya yardımcı olmak için girdiği paralı boks maçı bana göre tamamen yıkıcı bir olay zira Azra’yı azıcık tanımış olsaydı asla ve asla böyle bir parayı kabul etmeyeceğini de bilirdi. Onun yerine direk babaannesiyle konuşması daha yapıcı olurdu. Ama Cenk Çelen bu, öfkeyle kalkıp hep zararla oturuyor…
Velhasıl kötü kalpli cadının küçük prensi bulmasının ardından, büyük prensin uyuyan güzeli hiç beklemediği anda, ummadığı bir yerde bulmasıyla kapattık bu haftaki bölümü. Bölümde emeği geçen herkesin yüreğine sağlık… Haftaya görüşmek üzere.
Sevgiyle kalın…