Savaşçı 3. Bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Dün, Savaşçı’nın 3. bölümünü izledikten sonra, çok uzun zamandır ilk defa etkisinden sıyrılıp da yazacak gücü bulamadım kendimde. Biraz yükselip bakabilmek için bugüne bıraktım, yorumu. İzlerken kolay kolay kaptırıp gitmem kendimi. Özellikle yabancılaşmaya çalışırım ama dün gece üst üste gelen duygusu çok yoğun ve çekimi muhteşem sahneler, buna imkân tanımadı.
Aynı konseptte üç dizi izliyorum her hafta ama Savaşçı her seferinde beni çarpmayı başarıyor. Bunun ilk sebebi, kuşkusuz, reji. Diğerlerinde görmediğim bir etkileyiciliği var çekimlerin. Yönetmen farkı denen olguyu ben ilk defa bu kadar net görüyorum. İkincisi senaryo diğerlerine göre çok güçlü ve farklı ele alınıyor. Hele duygusu yüksek sahnelerin bir başka tadı var. İsteseniz de uzak kalmayı başaramıyorsunuz.
Reji demişken bu hafta önce oradan başlayayım, dilerseniz. Bölümün bence en iyi sahnesi Serdar Üsteğmen’in hastaneye getiriliş sahnesiydi. Özellikle sedyede yatan Serdar’ın gözüyle verilen hayatta kalma mücadelesinde tüylerim diken diken oldu. Siyahların içindeki hastane tavanının beyaz ışığı ve o ışığın giderek küçülüp bulanıklaşması, Serdar’ın ölüme teslim olmakla olmamak arasında gidiş – gelişi sinema tadında, inanılmaz çarpıcı verilmişti.
Ardından kapının önünde bekleyen Kağan Yüzbaşı’nın çıldırma sahnesi, her detayıyla kusursuz, an be an, onun bir adım ötesindeymişçesine vurucu ve çok güzel açılarla yansıtıldı. Hele küçük Türkmen kızın elindeki parayla namlunun ucunda kalışı ve oradaki ağır çekimler beni benden aldı. Nefesimin tıkandığını hissettim ve belki de çocukluğumdan beri ilk kez “ Hadi artık, n’olur hadi! Bir an önce gelsin Kılıç Timi!” diye yalvarırken buldum kendimi. Gerilimin tüm yükselişini saniye saniye hissettiren ve en son anda o soluk kesen tempoya ulaşan çekime hayran kaldım. Emeğinize, yüreğinize ve ustalığınıza sağlık Volkan Kocatürk.
Öyküye gelince, finalde Kağan Yüzbaşı’nın büyük kararında kalmıştık, geçen hafta. Köstebek’i öldürmekle öldürmemek arasında yol ayrımındaydı ve son noktada sağduyusu galip geldi. Ancak, Serdar’a zehir verildiğini tahmin etmesi mümkün olmadığından arkadaşının hâlini gördüğünde henüz sevincini yaşayamadan çok büyük bir kâbusun içinde buldu, kendini.
Karargâhın bahçesinde her gün nöbet tutan Serdar’ın babasına sonunda müjdeli haberi verebildi Kopuz Albay. Onun, Serdar’ın babasına haberi müjdelediği sahnede gözyaşlarımı tutamadım, uzun süre. Necmettin Çobanoğlu’nun ufacık bir rolde bu kadar doğal, bu kadar çarpıcı ve bu kadar nahif çıkardığı karaktere vuruldum. Tek evladının haberini, müjdesini aldığında onu kurtaran arkadaşlarına “Kurban olurum ben size!” deyişi, Kopuz Albay’a elindeki değeri tek varlığını, karısından yadigâr tespihini, zorla vermesi ve haberi duyduğunda aydınlanan çehresi; içinde insanca duygular taşıyan herkesin yüreğini dağladı diye düşünüyorum.
Öykünün bir diğer aksı, Aslı ve Kağan Yüzbaşı arasındaki gerilimli ilişkiydi. Bu cephede, her ne kadar Aslı, Kağan’ı mahkemeye vermiş olsa da sular duruluyor gibi. Aslı, düz ve net bir karakter oysa Kağan’ın fazlasıyla iniş çıkışlı olduğunu, kontrolü çok güç öfkesini ve derin duygularını gördük. Bu ikili, çok güzel bir çift olacak gibi. Kağan’ın yakıcılığına karşılık Aslı’nın soğukluğu çok çarpıcı bir tezat… Aynı zamanda bana kalırsa her ikisinin de ihtiyaç duyduğu karakter, karşısındaki… Kağan’ın onu sakinleştirip mantığa davet edecek bir güce ihtiyacı var, Aslı’nın ise duygularını harekete geçirecek ve onu tutkuyla tanıştıracak birine. Bu anlamda bence tam da tencere – kapak onlar. Elbette, henüz bu ilişki için erken… İlk defa kavga etmeden bir masa başında oturmayı becerebildiler ki onun sonunda da arabada yine kapışmaktan geri durmadılar. Kağan’ın gözü karalığı, Aslı’nın temkinliliğiyle karşılaşınca arada kıvılcımların çıkması da kaçınılmaz, tabii.
Karakterleri bu kadar zıt iki kimliğin düşünce dünyaları da bir o kadar farklı. Aslı’nın savaş karşıtlığı, Kağan’ın savaşçılığıyla henüz karşılaşmadı. Asıl tansiyonu yüksek tartışmalar o zaman gündeme gelecek gibi. Her iki tarafın da haklılığı var kendi içinde. Koşullar ve konumlar farklı sadece. Dünyaları birbirine yaklaştıkça bu sorun da gün yüzüne çıkacaktır. Kağan’ın “savaşçılığı” onun yaşam biçimi… Değişmesi imkânsız… Aslı ise bütün hayat felsefesini “barış” üzerine kurmuş. Bunu değiştirmesi, inandığı zeminin ayaklarının altından kayması demek. Bu depreme razı olması için kendini güvende hissedeceği, tutunabileceği birine ihtiyacı var. Bu noktada da sorun büyük çünkü Kağan’ın hem mesleğinden hem de karakterinden kaynaklanan “anlık yaşama” zorunluluğu var. Aslı gibi güven, dinginlik ve hepsinden önemlisi planlı yaşama alışkanlığı olan bir kadının bunu kırabilmesi ancak çok güçlü bir “aşk” duygusuyla olur.
Aslı’nın iç çatışmalarını ve değişimini görmek izleyici olarak çok keyifli olacaktır. Yıldız Çağrı Atiksoy, çok duru ve doğal bir oyunculukla, Aslı’ya hayat veriyor. İlk bölümden beri de benim gözümde onu çok inandırıcı kılmayı başardı. Kimlik değişimleri, adım adım ve aceleye getirilmeden verilirse empati yapabileceğim hatta özdeşleşme sağlayabileceğim bir karakter olacak.
Serdar’ı kurtarıp rahat bir nefes alan Kılıç Timi’nin karşısına çok zorlu bir başka görev çıktı. Muhacir Türkmenlerle birlikte Türkiye’ye gelmek için çabalayan Türkmen lideri Yahya Batur’u, sağ salim Ankara’ya getirmeleri gerekiyor. Türkmenler ve onları korumakla görevli Kılıç Timi bir ateş çemberinin ortasında kaldı. Kağan Yüzbaşı Aybala’ya söz verdiği gibi onları Türkiye’ye getirmek için çare bulmaya çalışırken Köstebek’in annesine ulaştığından habersizdi. Ankara’ya döndüğünde bir de anne acısıyla karşılaşmaz umarım. “Senin Azrail’in ben olacağım!” dediği Köstebek, eğer annesini de onun elinden alırsa Kağan’ı hangi güç durdurur, bilemiyorum.
İlk iki bölümde Kağan rolünde Berk Oktay için tereddütlerim vardı. Hâlâ giderilemese de bu bölüm özellikle hastane sahnelerinde çok beğendim. O sinir krizi geçirdiği sahnede çok etkileyici ve gerçekçi bir hava katmayı bildi. Giderek role ısınıyor ve daha doğal olmaya başlıyor.
Fırat Albayram’ı ilk defa bu bölüm değerlendirebilecek kadar izledim. Beklediğimden çok daha iyi bir performansla karşılaştım. Hele Özel Kuvvetler yemini ettiği sahnede gerçekten çok beğendim. İyileşip timdeki yerini aldığında Kılıç Timi’ne oyunculuğuyla farklı bir renk katacak gibi görünüyor.
İlk bölümden beri Kopuz Albay’a hayran olduğumu yazıyorum. Murat Serezli, ona bambaşka bir ruh veriyor. Her hâliyle, her mimiğiyle, dile getirdiği her replikle tam bir komutan o. Hani karargâha gidip, oda kapısını tıklatıp başımı içeri uzattığımda koltuğunda onu oturur buluverecekmişim duygusu var bende.
Bu hafta hem Necmettin Çobanoğlu’yla hem de Alp Öyken’le sahnelerine bayıldım. O sakin, soğukkanlı, ciddi Albay’ın evinde bir başına yemeğini yerken yalnızlığı, Serdar’ın haberini babasına verirken gözlerinin mutlulukla parlaması, işinin başındayken her şeye hâkim ve otoriter görünümü, hepsi ama hepsi yerine tam oturmuştu. Onun dingin ruhunda kopan fırtınalara şahit olmak en büyük isteğim. Aslında ben bu bölüm, onun hastanede Serdar’ı ziyarete geldiğini de görmek istemiştim. Konumu gereği çok da uygun olmayabilir ama dayanamayıp hastanede onu görmeye gelmiş olsaydı bir ayrı babacanlık katılacaktı karaktere. Ne yapalım, başka sefere artık!
Savaşçı; iyi bir senaryonun, çok iyi bir rejisörün gözüyle ve doğru canlandırmalarla bütünleştiği bir dizi ve bana göre ekran yarışına birlikte başladığı aynı konseptteki diğer iki diziden açık ara önde. En sevdiğim taraflarından biri de senaryo dilinin aşırılık içermemesi…
Mesaj içeren cümlelerin dahi günlük konuşmaya yedirilip verilmesi. Diyalogların başarısı, espriler ve tiplemelerin doğallığı benim için Savaşçı’yı her hafta merakla beklenen dizilerden biri yapıyor.
Bütün ekibin emeğine, yüreğine, kalemine ve gözüne sağlık diyorum.