Siyah Beyaz Aşk 21. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Dün akşam Siyah Beyaz Aşk’ı bölüm finaline kadar sakin sakin izlemiş kâh Aslı için kâh Ferhat için üzülmüş, hatta yer yer gülümsemiştim bile. Gel gör ki o köprüdeki sahne, beni alıp öyle bir savurdu ki ekran başından bambaşka duygularla kalktım. İzninizle bu hafta, ne Cüneyt’in köşeye sıkışmasından ne İdil’in kendini kurtarma çabasından söz etmek istiyorum. Son sahnenin etkisiyle bu yazıyı sadece Aslı ve Ferhat’a ayırmak geliyor içimden.
Geçen bölümün finalinde Aslı, Cüneyt’e silahı doğrulttuğunda “İnşallah Cüneyt’i vurmaz!” diye dua etmiş ve “Karanlığa alışmak başka şey, karanlık tarafa geçmek başka!” demiştim. Her ne kadar Cüneyt’i öldürememiş de olsa tetiği çektiği andan itibaren maalesef çizgiyi geçti Aslı. Bunu algılaması da kabullenmesi de bununla yaşaması da çok zor, ne yazık ki. Anlık bir dürtüyle Cüneyt’i yok etmek istemesi, Aslı’yı Aslı yapan tüm değerlere ters. Olayın ilk şoku geçtiğinden beri de bu, onu kahreden duygu oldu zaten.
Abisi öldüğünden beri Aslı’nın çok ağır bir yas süreci geçirdiğini görüyoruz. Cem’in “Benimle gel!” çağrısına uymadığı ve onun yanında durmadığı için büyük bir vicdan azabı çekiyor. Acıyla yanan yüreği onu beklendiği üzere “Benim yüzümden oldu!” noktasına getirdi bile. “Benim yüzümden oldu”nun altındaysa hayatının Ferhat’la kesişmesi var, elbette.
Aslı’nın yaşamının en büyük kırılma noktalarından biri Ferhat’la karşılaşması. Hiç bilmediği bir dünyaya önce seyirci, ardından oyuncu olarak adım attı, o. Üstelik oradan ayrılmayı düşünmedi bile çünkü hiç ummadığı bir yerden yakalanmış ve âşık olmuştu. Aşkın her şeyi güzelleştireceğine inandı. Siyahları beyaza çevireceğini düşündü ve bataklığın içinden Ferhat’ı kurtarabileceğine inandı. İkinci büyük kırılma noktasıysa abisinin ölümü… O, şu anda Cem’in polis olduğunu, her an ölüm tehlikesiyle yüz yüze yaşadığını, bir başka olayda bambaşka bir nedenle ölebileceğini, kısacası mantığın sesini dinleyecek durumda değil.
Acıyı ötelemenin yollarından biri, yerine öfkeyi koymaktır. Yere düşüp dizini kanatan çocuk, düşmesine neden olan nesneye vurmaya çalışır aynı nedenle. Aslı’nın da durumu bu! Kaybettiği abisinin acısını hafifletmek için tamamen bilinçsizce öfkesine sığınıyor. Ferhat da onun yere düşüp dizini kanatmasına neden olan oyuncak. Hâliyle öfkeden payını da ilk o alıyor. İnsanın en büyük savaşı kendisiyle… Bundan olabildiğince kaçınmak için de kendimizi suçlamak, kendimize kızmak, kendimizi yargılamak yerine bilinçsizce bir dış hedef buluveririz. Ta ki işin aslının öyle olmadığı ortaya çıkana kadar… Öteliyor demem de bu yüzden.
Şu anki Aslı’yla bir empati yapalım: Yıllarca emek verdiğiniz, didinip çabaladığınız bir işiniz var ve can kurtarmayı kutsal sayıyorsunuz, size yol arkadaşlığı eden de bir abiniz var ki o abiden öte, baba ve dost. Ailenizden yanınızda kalan tek parça… Bugünlere ulaşmanızda en büyük pay onun. Sonra günün birinde bir adam çıkıyor karşınıza; sizi o sakin, mutlu ve umutlu hayatınızdan söküp alıyor. Hayatın bambaşka bir yüzüyle tanışıyorsunuz. Üstelik ne olup bittiğini bile anlamadan o adama âşık oluyorsunuz. Karanlığa hiç düşmemişsiniz, hep aydınlıkta yaşamışsınız ve ne olursa olsun öyle kalmaya da kararlısınız. Onu içine düştüğü karanlıktan söküp alabilirseniz her şeyin yoluna gireceğini ve onunla bambaşka bir dünyada, yepyeni bir hayat yaşayacağınızı sanıyorsunuz. Bir yere kadar başarıyorsunuz da… İnancınız tam; kendinize, ona duyduğunuz aşka ve onun size sevdasına güveniyorsunuz ama tam da o anda abiniz, ucu sevdiğiniz adama dokunacak bir olayın içinde kalıyor ve onu kaybediyorsunuz. (Aslında Cem’in ölüm nedeni vurulması değil elbette ama bu Aslı’nın bakışını değiştirmez.) Üstelik bu olayın hemen öncesinde abiniz sizi uyarmış ve “Bırak bu dünyayı, yanıma gel!” demiş, siz ona “Kararlarıma karışma ve kabullen!” demişsiniz çünkü aşkınızın her güçlüğü yeneceğine inanıyorsunuz. Bu acıya dayanmaya çabalarken birden onun ölümüne neden olan adamla burun buruna gelmişsiniz ve çekip silahı onu vurmuşsunuz. Bir ömür boyunca özenle oluşturduğunuz bütün ilkeleri çiğneyip adaleti, tıpkı size aşkı öğreten adam gibi kendiniz sağlamaya kalkmışsınız. Can almaya çalışmışsınız, giden canın asla geri gelmeyeceğini bile bile, sırf canınızı elinizden aldı diye onu yok etmeye karar vermişsiniz. Anlık bir kararla katil oluvereceğiniz gerçeğiyle yüzleşmişsiniz. Can vermeye adadığınız ömür, tek bir kurşunla can almaya çevirmiş yönünü. Soruyorum şimdi: Sağlıklı düşünebilir misiniz? Bir soru daha: Bütün bunların merkezindeki aşka hâlâ umutla bakabilir misiniz? Benim cevabım, her ikisine de hayır! Kendimden vazgeçmişim ben o anda, aşktan mı vazgeçmeyeceğim? Üstelik de o aşk, bütün bunları yaşamama sebep oldu diye düşünüyorum; hâlâ o sevdanın peşinden gider miyim? Hâlâ “Ama beni çok seviyor, o sevgiye sığınırsam kurtulurum!” diyebilir miyim? Sizi bilmem, ben diyemem. Tıpkı Aslı’nın yaptığını yaparım, hatalarımın bedelini o sevdaya ödetmeye kalkışırım. O sevginin kayıplarımın diyeti olduğunu düşünürüm ve ayakta kalabilmek için ondan alabildiğine kaçmayı denerim.
Bütün bu saydıklarıma iki ilave daha yapayım, izninizle. Ayaklarının altındaki zeminin çekildiği yetmezmiş gibi bir de bütün kimliğini üstüne kurduğu işini kaybetti, Aslı. Bunu da görüyor ve artırıyorum: üstelik artık neredeyse kesin olarak anladık ki Aslı, hamile. Bu da demektir ki bütün hormonları delirdi ve beynini, vücudunu ele geçirdi. Şimdi lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin, siz bu kadından “Ferhat, beni bırakmak istemiyor, o benden vazgeçmedi!” deyip kendini Ferhat’ın kollarına atıp orada acısını dindirmesini mi bekliyorsunuz? Dinmez ki o acı, katmerlenir. Bütün bunlara rağmen Ferhat’a “Seni sevmiyorum!” diyemedi Aslı. “Seni sevmek İSTEMİYORUM!” diyebildi. Yüreğindeki savaşı bundan daha net nasıl ifade edebilir ki bir insan? Her şeye rağmen o sevgiyi inkâr edemiyor, o yüzüğü parmağından söküp atamıyor ama çaresizce kaçmaya çabalıyor. “Boşanacak mısın?” diyen arkadaşına “Evet!” dahi diyemedi. “Ne olacaksa olacak” deyip ondan değil kendi zihninden kaçtı. İçindeki Aslılardan biri “Kaç, ardına bakmadan kaç ve git, yaralarını kendi kendine yalaya yalaya iyileştir!” derken diğeri “Ferhat, senin elini bırakmaz; ne olursa olsun bırakmaz, ona sığın!” diye feryat ediyor ama bu bir savaş. Hangisi, ne zaman ve nasıl galip gelir bilemeyiz.
Allah için Ferhat, kendi üstüne düşeni kusursuz yerine getiriyor. Aslı’yı bırakmamak için ondan hiç beklenmeyecek bir mücadele verdi. Aslı’nın hâlini hiç yadırgamadan izlerken beynim Ferhat için çözüm aradı durdu. Ferhat olsam o psikolojideki bir kadını nasıl yanımda tutarım diye düşünüp durdum. Açıkçası hiçbir yol bulamadım. Tutamazsınız! Ferhat değil kim olursanız olun, giden birini durduramazsınız. O isterse gitmekten vazgeçer, hepsi bu! Yapılacak tek şey gitmesine kontrollü izin vermektir. Ferhat’ın “Boşanalım” cümlesinin altında yatan da tam olarak bu. Aslı’nın Ferhat Aslan’dan boşanması demek onun dünyasından çıkıp gitmesi demek mi? İyi düşünmek lazım. Elindeki fondü tepsisini bir adama tek kafa hamlesiyle yediren Ferhat Aslan, Aslı’nın hayatından çıkıp yeni bir dünyaya onsuz yol almasına izin verir mi? “Hayatta kalmak istiyorsan yanımda ol, yaşamak istiyorsan uzağımda!” ilkesine yeniden sarılır ve onun yaşamasına izin vermeye çabalar ama onu gözünün önünden ayırmaz! Bu arada Ferhat Aslan yaşar mı? Geçmiş olsun… Aslı, Cüneyt’i vuramadı ama Ferhat’ın tam kalbine nişan aldı. Sadece Aslı değil Ferhat da ağır yaralı artık. Onu suyun yüzünde tutmak için çabalayan Aslı olmadan Ferhat, yeniden karanlığına döner ve saklanır.
Bölümün beni benden alan yeri, şüphesiz final sahnesiydi. Yazımından çekimine; duygusundan canlandırmasına kadar her detayına vuruldum. Hem bölümün hem Aslı & Ferhat aşkının bütün ruhu o sahneye yüklenmişti, bana kalırsa. Köprü üzerinde konuşmaya başlayan Aslı ve Ferhat’la girdik sahneye. Köprü, rüyayı çok çağrıştıran bir figür… Rüyada köprüyü geçmek, “murada ermek” kabul ediliyor ama bizimkiler geçemediler, köprünün tam üstünde kaldılar. Yani murat var ama erip eremeyecekleri meçhul… Tamamen belirsizlik hâkim. Hele bir de sırat köprüsü metaforuyla bakarsanız duruma, iş iyice karışıyor: Bir yanı cennet, bir yanı cehennem…
Belki o sahnenin çekiminin bende yarattığı izlenim, özellikle araya giren o siyah – beyaz görüntüler ve çekim tarzı bende kesin bir gerçeklik duygusu uyandırmadı. Ben o konuşmaların çoğunun “iç konuşma” olduğunu düşünüyorum. Konuşmanın ağırlığının siyah – beyaz çekimle verilmesi, bana çok etkileyici geldi. Gözümüzle gördüğümüz renk skalasının en altı siyah ve en üstü de beyazdır; bu keskin sınırlar, sadece görsel sunum açısından değil, öykünün anlatımını ve duyguları yansıtmaya da daha müsait. Siyah – beyaz çekimde iki renk arasındaki gri tonlar, bir renk cümbüşü olmadan duyguların daha ön plana çıkmasını sağlıyor. Ayrıca siyah – beyaz görüntü izleyende hüzün uyandırıyor. Bu sebeple ben o bölümleri gerçeğe ait gibi değil de Aslı ve Ferhat’ın zihinlerinin iç sesleri gibi algıladım. Ayrıca konuşma sırasında aralarındaki mesafe açıldı. Bunu da duygusal olarak uzaklaşmalarına bağladım. Köprünün bir yanı “sevgi”nin diğer yanı “korku”nun sembolü gibi geldi, bana. Aslı, korkuya doğru çekilip Ferhat’tan uzaklaştıkça Ferhat, Aslı’dan uzak düşüp kendi sevgisine doğru kaçtı. Aslı’nın çiçeğinin yaprak döküşünün ara ara yinelenmesi de bu duyguyla pekişti. Eşyalarıyla birlikte yanına aldığı çiçek, Aslı’nın sevgisi… Ama hasta o çiçek, ölüyor… Aslı, onu hayatta tutabilmek için uğraşıyor. Konuşma sırasında her uzaklaşmada çiçek, yaprak döktü ve hasta yapraklarından biri gitti. O çiçekte hâlâ canlı yapraklar var, çiçek ölmedi. Ama ona su verecek bir ele ihtiyacı var.
Aslı’nın ellerinin arasından kayıp gitmesi kırdı Ferhat’ı. O konuşmanın ana duygusunda da bu kırgınlık var, zaten. “Ben tedaviye değil doktor, SANA CEVAP VERDiM.” deyişinde Aslı’ya sevdasının büyüklüğü gizli aslında. “Sen benim imkânsızlığımdan yoruldun.” demesi de kırgınlığının en bariz ifadesi. O da içten içe kendini suçluyor. “Ben imkânsız olduğum için pes etti.” duygusu bu. Onlar konuşmaya gerek kalmadan birbirlerinin gözlerinden ruhlarını görebilen iki sevdalı. Aslı, Ferhat’ın kırgınlığını da görüyor ama şu an, bununla savaşacak gücü yok. “Çok kan kaybetmedim belki ama KENDİMİ KAYBETTİM.” cümlesi de o kırgınlığa bir cevap.Kendini kaybeden Aslı “Birbirimizde kaybolmadan birbirimize karışalım” isteğini de gerçekleştiremez ki… Ben olmayanın biz olması da mümkün değil zira. Bütün bunları gerçekte birbirlerine bu sözlerle değil, gözleriyle anlattıklarını düşünüyorum ben.
Öte yandan Ferhat’ın “Boşanalım!” sözünün gerçek olduğunu düşünüyorum. Aslı’yı serbest bırakmaktan çok gitmesine izin vermek amacında o. Aslına bakarsanız nikâh defterine attıkları o ilk imza ne kadar sahte ve anlamsızsa boşanma da o kadar sahte ve manasız onlar için. Bu sevda ne imzayla görünür hâle gelir ne de boşanmayla yok olur. Bunu bile bile ne Aslı’yı suçlamaya gönlüm razı oluyor ne de Ferhat’a “Bırakma!” diyebiliyorum. Onların sevdalarının büyüklüğü elbette buna layık sınavlardan geçecek. Affınıza sığınarak “Ben seni seviyorum sen de beni, tamam şimdi el ele tutuşup evli, mutlu, çocuklu yaşayalım” düşüncesi o aşkı sıradanlaştırıp basitleştirecektir, diye düşünüyorum. Tıpkı yaprak döken çiçek gibi, o sevdayı hayatta tutacak bir güce ihtiyaçları var ama ölmeye direnmeleri için son yaprak kalana kadar çekilecek de büyük çileleri var. Klasik sözdür: Öldürmeyen acı, güçlendirir. Her savaş, her kavga bir öncekinden büyük olacak ama yaşanan duyguyu da büyütecek diye umuyorum.