Yazar: Ayça AKMAN

İnsana kendini özel hissettiren bölümlerden biri daha geldi Halka’dan; göz kırpmadan seyrettiğim ve iyi ki o sepya rengi duvar resminin peşine takılıp bu hikâyeye başlamışım dedirten… Belki de o yüzden, kafam karmakarışık olsa da yüzümde bir gülümsemeyle kalktım ekran karşısından.

Halka yine geleneği bozmadı, çözdüğü düğümlerin yerine yenilerini koyarak sahneden çekildi. Bu hafta İrem’e veda ettik. Aslında hikâyedeki rolünü tamamlamıştı ama Cihangir’i gerçekten anlamaya çalışan tek insanın trajik şekilde cinayete kurban gitmesi pek de beklediğimiz bir şey değildi. İkilinin ilişkisi başından beri sorunluydu. Ne yazık ki İrem’in nişanlısını anlama, derdine derman olma çabaları; ilgi göremediği için hırçınlaşan içindeki ergenin tepkileri arasında kaybolup gitti. Hep sorguladı; duvardaki resmi, uykusuzluğun kaynağını, ne zaman başladığını, yurtdışında olup bitenleri… Hastane odasında Cihangir için “Bırakın rüya görsün, yaşadığı hayat kâbus…” dediğinde, samimiyeti aşikârdı. Ne zaman ki terapideki ses kasetlerinin peşine düştü, kader çarkları dönmeye başladı onun için. Psikiyatr, ses kasetlerinin varlığını inkâr ettiğinde zaten var olan şüphelerim katlanmıştı. Babanın kızının ölümüyle doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olma ihtimali bile kan dondurucuyken buna cinayet sekansının kendisini de eklediğimizde Halka’nın sadece polisiye-suç-aksiyon ekseninde değil, psikolojik gerilimi kullandığı yan hikâyelerde de son derece etkileyici olduğunu söylemek abartı olmaz. Babasının sırrını keşfetmek ve sırf Cihangir’e yardım etmek için yurtdışı yolundan geri dönen İrem’in telefondaki “Çok kötü şeyler olmuş, eve geldiğine her şeyi göreceksin.” sözleri hem bizim hem nişanlısının duyduğu son sözlerdi… Geçmişin kapısını açacak anahtar olamadı, izin vermediler. Her ne ise o sır, can alma pahasına korunuyor; korunmaya da devam edecek gibi görünüyor. Yine de hikâye, ses kayıtlarındaki bir cümleyle izleyicisine ipucu sunmayı ihmal etmedi.”Beni sustursanız da o çocuk gelip sizi bulacak, ne yapsanız değişmeyecek…” Cihangir’ in  Kaan’ı kastettiğini düşünmeyenimiz var mıdır acaba?

Başından beri artan bir ilgiyle izlediğim, rollerini sırtlayan duayen oyuncuların yanında en fazla empati kurabildiğim karakter, Kaan. Tabii ki bunda rolü olabildiğince doğal giyen Kaan Yıldırım’ın payı yadsınamaz. Hayal kırıklığından neşesine, alaycılığından komikliğine, öfkesinden intikam hırsına; tüm duygularına rahatlıkla ortak olabildiğim muhbirimiz aksiyonun tam göbeğindeydi bölüm boyunca. Cihangir’in ihanetiyle biraz sarsılmıştı ama ne olursa olsun, Cihangir ayrılsa bile Halka’da kalması gerektiği Cemal Amir eliyle hatırlatıldı ona. ‘İçerideki’ olarak güvenebileceği pek az insan var, zaman zaman karanlıkta el yordamıyla yürürken umutsuzluğa kapıldığına şahit oluyoruz. Elini attığı elinde kalıyor ve o telefondaki sahte ses, lanet gibi üzerine çökmüş durumda. İskender’in onu muhbir olarak mimlemiş olması bir yana, Çağatay’ın adamları böcek koyup kendilerine bu kadar yaklaşan polisin içeri adam sokup sokmadığını yana yakıla araştırıyorlar. Yetmezmiş gibi  polis istihbaratın başı Altan Bey bile Halka’ya (yani Hümeyra Hanım’a)çalışıyor. Ben yazarken yoruldum, ya bu çocuk ne yapsın? Mesaj iletmek uğruna Vekilharç’tan işittiği hakaretleri hiç saymıyorum zira ne kapı kulluğu kaldı ne hainliği.

Tabii, asıl macera meşum sesin, hapse girmesiyle ilgili gerçekleri öğrenebileceğini söyleyerek onu Nadir’e yönlendirmesi oldu aslında. Bakın siz şu talihin işine ki tanıdık çıktı Nadir. (Hemen burada araya girmeliyim, ilk görüşte Çağatay karakterini ne kadar itici ve soğuk bulduysam Nadir’i, her türlü karakter özellikleriyle o derece sempatik ve sevilesi buldum. Hikâyesi bol, ömrü uzun olsun!) Çağatay, anahtarı almak için terör estirmeseydi bir şeyler öğrenebilecektik mutlaka ama olamadı. Buradan çıkan tek hayır Cihangir ve Kaan’ın birbirlerini ne kadar önemsediklerini görmeleriydi belki de. Adem ile Cihangir yetişmeseydi diri diri yanacaklardı çünkü. Nadir‘in Halka’nın anahtar sahiplerinden biri olması varlığını elbette önemli kılıyor fakat ben onda bundan fazlasını gördüm. İlerleyen bölümlerde, kütüphane yolculukları, taşıdığı çantanın gizemi ve bildikleri azar azar çıkacaktır ortaya hiç şüphesiz.

 

Kaan ve Bahar birbirlerinden habersiz aynı gizemin parçası oldular bu hafta.  Biri Terzi’nin evindeki diğeri ilk defa gittiği baba evindeki kitapların arasında aynı ev fotoğrafına bakarken buldu kendini ve Bahar’ın baktığı kitaptaki anahtar sembolü de gözlerden kaçmadı.Bu vesileyle gördük ki düğümler evler üzerinden atılıyor. Aslında tam bu noktada hem Terzi’nin hem de Halka tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürülmüş olan Bahar’ın babasının evle ilgili neler bildikleri hayati önem taşıyor lakin baba, artık yaşamıyor, Terzi ise düşman tarafı seçti.

Anahtardaki sembolü hatırlarsanız aslında elimizde üç halka var. Birbirine geçmiş iki halka ve her şeyi gören göz olarak kesişim kümesinde duran üçüncü halka ki otopark duvarından araba tavanına, anahtar başlığından bilgisayar ekranına her yerde bu sembolü karşımızda buluveriyoruz. Eğer haklıysam Halka’nın liderinin deşifre olmasıyla yaldızları dökülen, kafamızda daha görkemli, gizemli ve güçlü resmettiğimiz o hayal bizlere sürpriz yapabilir. Muhtemelen Hümeyra, Cengiz Han ve Çağatay buz dağının sadece görünen yüzleri diyor, kalanını şimdilik kendime saklıyorum.

 

Halka’nın liderler cephesi aslında en çok kafamı kurcalayan sorulara gebeydi geçen hafta, fakat çoğu sorunun cevabı yine havada asılı kaldı benim için. Hümeyra ve Cengiz arasında çözemediğim bir bağ var. Düşündüğümün aksine intikam değil, nefret hiç değil. Bir sırra vâkıf kader ortağı gibiler. Konuşmalarından bana kalan Çağatay’ın zamanında onu ölümle tehdit ettiği ve yalnız kalmak, yok olmak istemeyen Cengiz Han’ın sırtını Hümeyra’ya dayamış olduğu. Yine de en can alıcı soru ortada duruyor. Çağatay’ın vasiyeti açacağını öğrendiklerine neden her şeyi dört kişiye bağlayıp paniğe kapıldılar. Cihangir, Kaan, Cengiz ve Hümeyra’yı birbirine bağlayan şey nedir? Ben biraz zorlasam Kaan’ı liderin oğlu yapar çıkarım, işin içinden… Ama sonra hatlar kopuyor bende de. Yaratıcı beyinlerin kalemine sağlık deyip sessizce beklemek düşüyor payımıza sadece.

 

Halka’yı kurtarmak, hatasını telafi etmek için Çağatay’ la yüzleşen Cengiz Han, noktayı koydu bölüme. Babasını öldü sayıp dört kabadayıdan dört anahtarı toplayarak etkileyici bir atmosferde hükümranlığını ilan etmek üzereyken en beklemediği yerden geldi Çağatay’a darbe… O bu darbenin şaşkınlığını yaşarken Cihangir İrem’in ölümüyle şoktaydı. Bir izleyici olarak benim kulağımda yankılanan ise evden ayrılmadan önce Cihangir’in babasına söylediği son sözler oldu “Sen zaten hiçbir şey bilmiyorsun baba; sen zaten hiçbir zaman, hiçbir şey bilmiyorsun!”

Şunu da eklemeden bitirmek istemem; her ne kadar son bölümlerde daha az görsek de renk ve ışıkla örülü bir dünyası var Halka’nın. Filtre kullanımındaki seçicilikle sağlanan bu görsel, dizinin imzası niteliğinde. Sanki renkleri yeniden adlandırır gibi bakıyoruz ekrana. Kırmızılar, sarılar, sepya ve siyah objelerde, mekânlarda, karakterlerde hayat buluyor.

Işık oyunları hakeza, iç ve dış mekân çekimleri, Çağatay’ın takdimi gibi sekanslarda sahneyi karakterlerden çalıp öylesine işliyor ki olmadığı zaman eksikliğini hissediyorsunuz. Hâl böyleyken dizinin bu yönünün törpülenmesi isteyebileceğim en son şey. Umarım ilk bölümlerdeki sıklıkla görmüyor olmamız giderek azalacağının emaresi değildir ve bundan sonra da sık sık bu görsel ziyafetten nasibimizi alırız.

Yazan, yöneten, oynayan ve emek veren herkesin yüreklerine sağlık.

*Bejan Matur

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.