Vuslat 10. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Vuslat’ta bu hafta çarkıfelek benim için döndü ve ‘acizlik’te durdu. Salih Baba, acizliği “Kişinin kendine bile faydası olmamasıdır. Bulunduğu hâlden kurtulamaması, acizliğini itiraf etmesidir.” diye tanımladı. Sizleri bilmem ama bölüm bittikten sonraki vaziyetime ayna tuttu. Evet, acizliğimi itiraf ediyorum ve “anladım” dediğim ne varsa hepsinin yeniden cenge tutuşup beynimde tozu dumana kattıklarını açıklıyorum. Öyle giriftleşti ki senaryo, pürdikkat izlesem de her an “Acaba, ben ne kaçırdım?” duygusu yaşıyorum son iki bölümdür. Geçen hafta, atılan ekmek kırıntılarının bir kısmını yakalamış ve hedefe doğru yol alıyorum diye düşünmüştüm ama bu bölüm o kadar çok kilitli kapı çıktı ki önüme yol mol kalmadı. Bu nedenle, izninizle, biraz yazarak düşünmeye çalışacağım.
Abdullah Efendi’nin bu haftaki hikmeti “Gün olur, devran döner”. Salih Baba da geçen bölümün sonunda “Döngü başladı” demişti. İkisi birleştiğinde artık gerçekleri ortaya çıkaracak engellenemez bir sürece girdik diye düşünüyorum. Kerem, kendi gerçeğini Aziz’den duyduğunda ailesinin peşine düşmüştü. Köşkü almak, Aziz’i yaşanan cinayetlerle tehdit etmek, hatta şirketi ele geçirmek hepsi ama hepsi Kerem için bir oyun. O, “sıradan” insanların değer verdikleri hiçbir şeyi önemseyen bir adam değil. En büyük keyfi de onların zaaflarıyla dalga geçmek ve onları bu zaaflarıyla avcunun içinde tutmak. Aziz’i ayırıyorum bir kenara çünkü Kerem’in Aziz’le ilgili hata yaptığını düşünüyorum. O, Tahsin Korkmazer’in oğlu Aziz’i biliyor ve onun son dönemde yaşadıklarının hiç farkında değil. Bu nedenle Aziz’i yanlış değerlendiriyor ve kabul etmese de ondan çok sağlam goller yiyor. İşin güzel tarafı, Aziz artık Kerem’in anlayabileceği adam olmaktan hızla çıkıyor. Bu da Kerem’in hata yapması demek. Kerem’e haftalar önce Abdullah Efendi “un ufak olursun” demişti ve onu un ufak edecek olan Aziz ama Tahsin Korkmazer konusunda Kerem, hep ipleri elinde tutan taraf olacak. Sırları, karanlık tarafları ve zaaflarıyla Tahsin Korkmazer, daima boynunda, ucu Kerem’in elinde olan bir iple yaşayacak.
Tahsin Bey’in bir yanı Kadırga’ya varıyor ama bu hafta anladık ki bir yanı da şu an için bizce meçhul birilerine bağlı. Ya karanlık işleri için emir aldığı ya da yine odağında Kadırga’nın olduğu bir işle ilgili ortakları var. Gizemli telefon konuşmasından anlaşılan Tahsin’den istenen bir “saat” var ve o saati veremezse evlatlarıyla tahdit ediliyor. Konuşma üslubuna bakınca pek de emir alırmış gibi değilse de ‘karşı tarafın’ tehdidinden etkilendiği de açık. Bağlantıda olduğu herkesi toplayıp saatin peşine düşmesi de bundan. O toplantıda bulunmayan Ali Bey, daha sonra Faik Bey’in dükkânında çıktı karşımıza ve o da mahallenin eskilerinden anlaşılan. Madam Aneta’yı aradığında göre saatle Madam’ın bir ilgisi olsa gerek. Bu arada biz Aziz’in bir saatin ‘sahibi’ olduğunu da biliyoruz. Dedesinin saati olduğunu öğrendiği ve Feride kanalıyla eline ulaşan cep saatinden söz ediyorum. Tahsin Bey ve adamlarının aradıkları o saat mi bir başkası mı şu an belli değil ancak Kadırga’da olduğu açık.
Aziz, dedesinin saatinin ona Salih Baba eliyle geldiğini idrak ettiği anda uzun zamandır beklediğim kendini sorgulama aşamasına geçti. Feride’ye arabasıyla çarptığı andan itibaren yaşadıkları, onun yolunu hep Salih Baba’ya çıkarıyor. Yani cevaplar onda. Onda olmasına onda da Salih Baba, sorguya çekilecek adam değil! Şu ana dek herhangi bir soruya doğrudan cevap verdiği görülmedi. Anlasın istiyor karşısındaki, kendi algılasın, kendi çözsün. Sadece ipuçlarını verip çekiliyor kenara. Bu defa da öyle oldu. Aziz, koşarak gittiği antikacıdan yine eli boş döndü. Feride’nin broşunu ve dedesinin saatini kasaya kilitlediği gibi sorularını da zihnine kitlemekten öte yapabileceği bir şey yok, şu anda.
Feride, bambaşka bir acizliğin içinde haftalardır. “Bulunduğu hâlden kurtulamama”nın azabıyla kıvranıyor. Aklıyla gönlünün onu bambaşka yerlere çekiştirip durmasından yorgun düştü. Aziz’e akan gönlünü durduramıyor, zihninde “ama o katil” diyen sesi susturamıyor. Sıkıştı kaldı, ikisinin arasında. Aklının sesi onu uyarıp dururken Salih Baba’nın tavrı da beynini kemirip duruyor. Sonunda o da soluğu antikacıda aldı. Cevapları ona verebilecek tek kişinin yanında… Soracaktı da “Sen bu katile niye değer veriyorsun, Baba?” diyecekti de ama sordurmadı Salih Baba. Koydu, bilmeceyi onun da önüne ve “Çöz!” dedi, çöz ve yolunu ona göre belirle. Elini kesen saati gösterdi ve “Bütün parçaları yerinden çıkarıp arızalı olanı onarıp yeniden birleştirmek lazım.” diye çözümü verdi ve ardından “Seçim senin!” diye ekledi. Saat: Aziz… Eli kesilen: Feride… Elini bir daha kesmesin diye yapılacak olan belli, ondaki arızayı bulup düzeltmek gerekiyor. Aziz’i tamir edecek olan Feride. Soru şu: “Sen bunu yapmak istiyor musun, istemiyor musun?” Konu döndü dolaştı yine aynı noktaya vardı, Feride için: Kalbinin sesini dinle! Feride mesajı aldı, almasına ama öyle somut, öyle tartışmaya kapalı bir yer var ki: O da Aziz’in adam öldürdüğüne şahit olması. Kan döktü bu adam, can aldı. Bu adamı tamir etmek ister mi, istemez mi Feride? En büyük ikilemi de bu zaten. Savaştı durdu kendisiyle, kapatıp geçemedi üstünü ve doğruyu yapıp telefonu Yalçın’a verdi. Verdi vermesine de Abdullah Efendi’nin ilk bölümde defalarca dillendirdiği hikmet şimdi netlik kazanmaya başladı: “Zanna göre hüküm verme!” Dürüst olayım sadece Feride değil zanna göre hüküm veren, ilk bölümden beri “Bu adam katil ama…” diye söylenip duran bir de Sinem var burada ve şimdi bir başka kapı açıldı gözümüzün önünde: Aziz’in şişe geçirdiği adam yaşıyor. Feride henüz bunu bilmiyor ama Yalçın’la izlediği görüntülere tepkisinden anladığım kadarıyla orada da işler beklendiği gibi gitmiyor. Anlaşılan Feride de benim gibi zanna göre hüküm vermiş olmanın şaşkınlığı içinde. Gördüklerinden sonra yüreğinin sesini dinler de Aziz’i tamir etmeyi seçer mi yoksa Kerem’in yeni bir oyunuyla mı karşı karşıyayız bekleyip göreceğiz.
Kerem, annesiyle ilgili bilgiye hiç ummadığı bir yerden, Perihan’dan, ulaştı. Tahsin Korkmazer, onun durmayacağının farkındaydı ve son bir çırpınışla Gülten’in desteğini almaya çabaladı. Aralarındaki konuşmadan ve Gülten’in “Tahsin” hitabından anlaşıldığı üzere Gülten Hanım, evin sadece hizmetçisi değil, sırların da ortağı. Üstelik bu sırlar sanırım Kadırga’ya hatta Kerem’in annesine uzanıyor. Onun “Nazlı için…” ifadesinden anlaşılan, Tahsin Bey’e değil Nazlı’ya gönül borcu olduğu. Tahsin Korkmazer, Kerem’in anne ve babasını vururken biz annesinin adının Nazlı olduğunu öğrenmiştik. Ancak geçen bölümde verilen ekmek kırıntılarından çıkan, Nazlı’nın aslında Madam Aneta’nın kızı Alice olduğu. Kerem’in eline geçen fotoğrafın aynısının Madam Aneta’nın evinden çıkması da bunu teyit ediyor. Muhtemelen Alice, Kerem’in babası Mehmet’le evlendikten sonra Nazlı adını kullanmayı seçmiş. Kerem, elindeki dosyadan hareketle izleri sürüp bu gerçeğe de çabucak varacaktır. Böylece Korkmazer köşkü ile Kadırga arasındaki bağ somutlaşacak, diye düşünüyorum. Yalnız benim için hâlâ gizemini koruyan bir nokta var. Annesinin bağlantısını öğrendik ama babası Mehmet’le ilgili hiç bilgi yok elimizde. Onun da mahalleden çok uzak olmadığını seziyorum ben ama o, kime ve nasıl bağlanacak, bilemiyorum.
Aziz’in fitilini ateşlediği olaylar bir yandan babasını ve Kerem’i yakarken öte yandan Salih Baba’ya gelen bir dosyaya tanık olduk. İçindekileri görünce Salih Baba’nın Çakal Necmi’yi müdahale etmeye yollaması Çakal’ın da olup bitenlerin tam ortasında yer aldığının kanıtı ama benim asıl kafamı kurcalayan şey bambaşka: Saatten tutun da bu hafta Faik Bey’e ulaşan Süheyla’ya ait kolyeye kadar; fotoğraflardan, belgelere kadar her şey, nasıl oluyor da Salih Baba’da toplanıyor? Mahallenin kara kutusu Salih Baba, buna hiç itirazım yok ama onun bütün bu olup bitenlerle bağı ne, işte ona bir cevap bulamıyorum. Neyi, ne kadar yönlendiriyor; kime, nerden ve nasıl ulaşıyor ve hepsinden önemlisi bütün bunları niye yapıyor benim için ana problem bu. Hepsinin odağında Aziz ve onun vuslata varma yolculuğu olduğuna göre Aziz’in Salih Baba için anlamı ne, bunu anlayamadan da sorularıma cevap bulamayacağım açık.
Her şey göründüğünden farklı bir hâl alırken görünenin altında büyük bir savaş yaşayan Fırat’tan söz etmemek olmaz. Uzun zamandır beklediğim olmaya başlıyor. Evet, Fırat dönüşüyor. Madam Aneta’nın başına gelenler onu kendisiyle yüzleştirmişti ve o yüzleşme benim düşündüğümden de keskin oldu. Fırat, ruhunu şeytana sattığının henüz farkında olmasa da şeytanını henüz fark etmese de hamurundaki iyi taraf giderek kabarmaya ve onu zorlamaya başladı. Feride gibi o da Aziz’in görünen yüzünün farkında ve asıl tehlikenin o olduğunu sanıyor ancak işin rengi değişip madalyonun diğer tarafındakini gördüğünde bir yandan yıkılacak, öte yandan küllerinden yeni bir Fırat doğacak diye umuyorum. Aziz’i deviren değil de Aziz’le birlikte deviren olmayı seçtiği gün de Kerem için hayat, başka bir renge bürünecek.
Öykünün ana çatışması o kadar güçlü ki bütün karakterlerin bir alt metni var ve hepsinin hikâyesi gelip ana aksa bir biçimde bağlanıyor. Bu bağlantılardan biri de bu hafta Tekin’le yapıldı. Bir süredir kendi savaşını vermekte olan Tekin, Nehir’le yeniden karşılaşınca içindeki sular duruldu. Onda sular duruldu durulmasına da ben dövünmeye başladım. Aman diyeyim, gözünüzü seveyim; rüşvetse rüşvet, ricaysa rica, torpilse torpil ne gerekiyorsa yapayım Nehir’i bi’ uzak tutun Tekin’imden, Betül Hoca’m; etmeyin, eğlemeyin! Hayır, ben niyeti anlıyorum; Nehir de Tekin de kendi sınavlarını verecekler biliyorum ama Sinem’in sınavı ne olacak? Yazıktır, günahtır; yapmayın bunu! El birliğiyle Tekin’e helal süt emmiş, aklı başında, melek yüzlü birini buluruz, bak valla buluruz ama Nehir’le sınamayın çocuğumu gözünüzü seveyim. Yılana Şeytan yakışır. Orda kapı gibi Kerem var, Tekin’in sınavı biraz daha kolay olabilir mi? Hayır bak, Çakal’la birlikte göreve filan da gidiyor zaten, tehlikeliymiş de ikinci bi’ tehlikeye gerek yok, yani!
Şeytan meytan diyorum da itiraf etmek zorundayım. Annesinin fotoğrafına bakıp ağlayan Kerem’e ben de ruhumu sattım, bu hafta. Geçen bölüm “Keremler de ağlarmış!” demiştim ama bu nasıl bir ağlamaktır, bu nasıl içlenmek, bu nasıl insanı can evinden vurmaktır. Annesine sarılan küçük çocuğu görüp kendinden sökülüp alınana gözyaşı döktüğü anda kalbimi bıraktım ben Ümit Kantarcılar’a. İlk günden beri karakteri olağanüstü çıkardığının farkındayım ve defalarca dile getirdim ama bu bölüm Kerem’e bir değil birkaç level birden atlattı. Kötü karakteri canlandırmak ustalık ister. İyi olana inanmak, bağlanmak onu sevmek kolaydır, izleyici için ama kötüyü sevdirmek maharet gerektirir. Kerem, “enfes” yazılmış bir karakter kabul ediyorum ama Ümit Kantarcılar ona çok başka bir ruh katıyor. Başkasını bilemem ama ben, annesinin fotoğrafına bakıp ağlayan o “çocuk” Kerem’le birlikte bir güzel oturup ağladım. Onu bağrıma basmayı, özlediği şefkati ona verebilmeyi istedim. Bir araba adamı öldürüp minibüse doldurup getiren bir ruh hastasıyla izleyiciyi empati yapabilir hâle getirmek, benim ölçülerimle ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Eline, emeğine, yüreğine sağlık Ümit Kantarcılar.
Yazan, yöneten, canlandıran, set arkasında yükün büyüğünü omuzlayan herkesin emeklerine sağlık.