Yakın Tarihin Büyük Faciası: ÇERNOBİL
Yazar: Zeynep BÖHÜRLER
6 Mayıs’ta yayınlanan ilk bölümünün ardından tüm dünyada büyük beğeni toplayan ve IMDB’den aldığı 9.6 puan ile Game of Thrones’un koltuğunu sallayan 5 bölümlük mini dizinin büyük başarısının nedenlerini ve eksikliklerini beraber inceleyelim.
Öncelikle sadece beş bölümden oluşan bir dizinin, özellikle birinci bölümünden itibaren bu kadar olumlu tepkiler almasının ve dünyada birçok kişinin diziyi seyretmesinin sebebi nedir, diye biraz düşünürsek en önemli cevabı; fantastik ya da tamamen kurgu olan dünyadan uzak, tarihsel gerçekliği olan bir felaketi belki de bizim görmediğimiz ya da bilmediğimiz yönleriyle anlatmasıdır, bana kalırsa.
Paranormal olaylar, gerçeküstü yaşantılar derken seyirci artık bu dünyaya dönmek istiyor. İşte, tam da bu noktada, konuyu ve mizanseni en canlı ve en iyi şekilde aktaran bir dizi var karşımızda.
O dönemleri hatırlayanlar bilir ama hatırlamayanlar için ÇERNOBİL OLAYI nedir, kısaca bahsedeyim. 26 Nisan 1986’da eski Sovyetler Birliğine bağlı Ukrayna’da bulunan Çernobil Nükleer Güç Santrali’nin 4. ünitesindeki reaktörde büyük bir patlama yaşandı ve bunun sonucu olarak büyük miktarda radyoaktif materyal çevreye yayıldı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını tam 200 kat aşan bir nükleer etki yarattı. Bu etkilenmenin sonucu olarak ölenlerin, kanser olanların, gelişimi bozuk çocuk doğuranların sayısındaki artış ve diğer etkileri hâlâ tartışılmakta. Şu bir gerçektir ki Çernobil, birçok ülkenin (Türkiye dahil) milyonlarca insanın çok uzun bir süre maruz kaldığı yüzyılın en büyük nükleer faciasıdır. Dizi boyunca nükleer santralin nasıl çalıştığını, bu patlamanın bilimsel olarak açıklamasını ve etkilerini zaten öğreniyoruz. Gelelim dizinin 1.bölümüne:
İlk bölüm, dizinin başkahramanı, aynı zamanda gerçekte Çernobil faciası boyunca insanlık için gösterdiği çaba ile yakın tarihte adı sıklıkla geçen Profesör Valery Legasov’un, 26 Nisan 1988’de Moskova’daki intiharından çok kısa süre önce, kendi sesini kayda almasıyla başlar. Legasov şöyle der: “Yalanların bedeli nedir? Doğru olduklarını zannetmemiz değildir. Asıl tehlike şudur ki eğer yeterince yalan dinlersek artık doğruyu tanıyamaz hâle geliriz. Peki, o zaman ne gelir elimizden? Gerçeği umut etmeyi bile bırakıp hikâyelerle yetinmekten başka? Bu hikâyelerde ise kahramanların kimler olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bilmek istediğimiz tek şey, kimi suçlayacağımızdır.” Bu kaydın ardından Legasov kendini asar ve dizi iki sene önceki büyük olaya döner.
Dizinin açılış sahnesinin patlama anının iki yıl sonrasıyla başlaması, sofistike ve distopik bir şekilde derin sözler söyleyen bir karakterin kendini asması, izleyicinin son bölümüne kadar merakla seyretmesi açısından önemli bir seyirci bağlama taktiği olmuş. Daha ilk birkaç dakikada ”Bu dizi bence olmuş.” dedirterek benden tam not aldı. Dizinin final bölümüne kadar da bu kanımı sürdürdüm.
Çernobil, santralde çalışan mühendislerin, bilim adamlarının bile belli bir süre kabul edemedikleri, büyük patlama ve sonrasında yaşanan bu olayları saat döngüsünde gösteren bir akışla bizleri heyecan ve trajedi faktörüyle kendine çekiyor. İlk başlarda tehlike seviyesi düşük bir kaza olduğunu düşünüp belki de kendileri bile bunun olacağına ihtimal vermeseler de reaktörün kontrolü için giden mühendislerin vücutlarının aşırı radyasyondan yanması ve bu görevlilerin ölmeleri durumun ne kadar kötü olduğu gerçeğiyle herkesi yüzleştiriyor. İlk saatlerde santral içindeki bu sahneler, yapılmaya çalışılan ilk müdahaleler, gerek dekor gerek ışık ve atmosferi keskinleştirmek için kullanılan karanlık çekim, bizleri o kadar ekrana bağlıyor ki dizinin gerçek bir olaydan alınmış olması bir yana, sanki o anı seyretmiyor yaşıyoruz. Araştırdığım kadarıyla dizinin çekimleri gerçekçi olması için farklı bir nükleer santralde gerçekleştirilmiş.
Bu dizinin seyirciyi sarsan teması şu olmalı: “İnsanlık, güç gösterilerinden ya da siyasi egolardan daha mı değersiz?” İlk bölümünde tüylerimizi diken diken eden, bölüm bittikten sonra bile etkisinden çıkamadığımız tek gerçeklik: hiçe sayılan insan hayatı…Tabii bu yapımın İngiliz ve ABD ortak yapımı olduğunu unutmayıp ne kadarının abartıldığı ne kadarının birebir aktarıldığı tartışılır. Kimilerine göre burada Sovyetler Birliği farklı empoze edilmiş, kimilerine göre tam üstüne basılmış.
Ünitede çıkan yangını söndürmek için itfaiyecilerin durumun ehemmiyetini bilmeden tedbirsiz şekilde gelip çalışmaları, patlamadan dolayı yere saçılmış hâlde bulunan grafitlerin(reaktörde nötronları yavaşlatan)üzerinde olmaları, bir itfaiyecinin bu cisimleri merak edip eline alması ve ardından yaşananlar, bizlere “pes artık” dedirtecek türden. Yeterince uyarılmamaları, bulundukları yerin önemini bilmemeleri veya bu insanların aslında bu zamana kadar hiç bilgilendirilmiş olmamaları dozimetrenin ölçümünün yüksek çıkması kadar kötü bir gerçek.
Olası dış tehditlere karşı son derece korunaklı olan bir odada yetkililerin toplantı yapıp da ”Her şey kontrol altında, radyasyon sızıntısı düşük miktarda.” diyerek olayı ufak bir kazaya indirgemeleri ve siyasi anlamda imajlarına zarar gelmemesi, icraatlarında yenik duruma düşmemek adına olayı örtbas etme yoluna gitmeleri milyonlarca insanın hayatını tehlikeye atan en büyük adımlar. İşte bu sahneleri seyrettikçe belki de uykularınız kaçacak, en azından benim kaçtı. Gökyüzüne yayılan alevleri, sadece bir yangın olarak görüp uzaktan seyreden; ellerinde ya da yanlarında oynayan çocukları olan şehir halkının üzerine bir müddet sonra minicik kar taneleri gibi, ağır radyoaktif maddelerin yağdığı bölüm; yönetmenin “ağır metal tadında” hiç abartıya yer vermeden etkileyici bir sahne yarattığının göstergesi olmuş. Bu bölümün sonlarına gelip de gökyüzünden dışarı bakıp derin bir nefes almamıza sebep olan, dizinin gerçekliğinden ziyade hiç şüphesiz sinematografisinin başarısından kaynaklıdır. Günümüz Hollywood sektörünün vazgeçilmez yeşil perdesi ve inanılmaz efektlerinin olduğu film ve dizilere alışmışken bu tarzda bir dizinin seyircide radyasyon yemiş etkisi yaratmasında görüntü yönetmeninin payının çok büyük olduğunu görmekteyiz.
Dizinin 2.bölümünde Pripyat şehrindeki gündelik atmosferi görüyoruz. Çernobil faciası, o dönem SSCB’ye şimdi ise Ukrayna’ya bağlı olan Pripyat şehrinde gerçekleşti. Pripyat artık terk edilmiş bir bölge. Şehrin eski görüntülerini kaynaklardan incelediğimde dizi ekibi birebir yerleşim görüntüsünü hakkıyla yerine getirmiş. İzlerken içimden ”Sanki Pripyat canlanmış.” diye geçirmeden edemedim. Pripyat’ın 36 saat sonra tahliye edildiğini gördük ki aslında bu kadar büyük bir felaket için çok geç alınmış bir karar ve dizinin buna saat vurgusu yapıp göstermesi dizide trajik mesajlardan biri. Üstelik dünyanın bir başka ülkesinde bu olayın duyulup çocukların sokakta oynamasına izin verilmez iken ,olayın yaşandığı şehirdeki ve ülkedeki insanların korunmasız ve bilgisiz bırakılması ,camdan dışarı bakarak oynayan çocukları seyreden karakterin gözünden içimizi sızlatacak kadar reel bir bakışla gösterilmiş.
Bu bölümde Profesör Legasov’un patlamadan sonra “Sorun daha da büyümeden milyonlarca insanın hayatı nasıl kurtarılır, nasıl tehlikeyi kontrol altına alırız?” mücadelesini seyredeceğiz. Kime karşı derseniz; olayı mümkün olduğunca kapatmaya yada hafife almaya çalışan bir yönetime karşı diyebiliriz. Emily Watson tarafından canlandırılan nükleer fizikçi Ulana Khomyuk ise tarihsel gerçekliği olmayan bütünüyle kurgusal bir karakter. Olayın perde arkasını çözmeye çalışan gözü pek bir bilim insanı ve Legasov ile aynı görüşte biri olarak dizi boyunca karşımıza çıkıyor. Dizide Stellan Skarsgard tarafından canlandırılan Boris Shcherbina karakteri de gerçekte o dönemin başkan yardımcısı ve facia çalışmalarında rol oynayan dikkat çeken bir isim. Profesör ile Scherbina arasında geçen diyaloglar, cast ve mekân seçimleri bizlere yarı belgesel tadı veriyor. Özellikle şehir, askerî araçlar gözetiminde anonslarla tahliye edilirken bugünün hayalet şehrine merhaba diyoruz. Yarım bırakılmış sofra, balkona asılmış çamaşırlar, birçok eşyası ”Sonra gelir alırım.” düşüncesiyle bırakılmış evler, hatta masanın üzerinde bırakılan okuma gözlüğü…Hepsi bugünün hayalet şehrinin gerçek görüntüsü olarak tek tek karşımıza çıkıyor.
Dizi bir bakıma Sovyetler Birliği’ndeki totaliter ve baskıcı rejimin de eleştirisini yapan, belki de çöküşünün sebeplerini bizlere göstermeye çalışan politik tatlar da barındırıyor. Bazı olumsuz eleştirilerin aksine yarı belgesel bir yapımda, tarihî ve siyasi olayların da akışı bozmadan izleyiciye gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Senarist bu bağlamda dozu kaçırmadan sıkıcı diyaloglara yer vermeden bizlere bu iç karartıcı atmosferi göstermek istemiş.
Üçüncü bölümde, yangını söndürmeye çalışan itfaiyecilerin ve santral kontrol odasındaki bazı mühendislerin maruz kaldığı aşırı radyasyon ve haftalar sonra onların hastane odasındaki ölümü bekleyen hâlleri mükemmel bir plastik makyajla sarsan bir etkileyicilikte seyirciye gösteriliyor. Özellikle hastanede, hemşirenin ölmekte olan itfaiyeci hakkında eşine söylediği: “O artık kocan değil, başka bir şeye dönüştü.” repliği durumu basit ama en iyi anlatan, az sözle çok ifadenin bir örneği olmuş. Dizi boyunca çoğu replik anlaşılır, net olarak yazılmış. Radyasyon kurbanlarının ölümünden sonra cansız bedenleri tabuta konarken açılmaması için çivilenip çok derin kazılmış toplu mezara üzeri beton dökülerek gömülme sahnesi; özellikle yönetmenin aralarda yavaş çekim ve ayrıntılı yakın çekim tekniğine yer vermesi; hiçbir oyuncunun abartılı ağlama ya da aşırı duygusal bir canlandırmaya gitmemesine rağmen “Böyle ölüm kimsenin başına gelmesin!” dedirtecek kadar etkili ve başarılı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Çekirdeğin eriyerek yeraltından nehirlere, sulara yayılmasını engellemek uğruna kendilerini insanlık için kurban eden, 50 derecede çalışan kömür işçilerinin sahnesi ve işçilerin cesur, kahramanca tavırları bir anlamda işçi sınıfı ve bürokratik sınıf arasındaki farkı gözler önüne sermiş. Pek çok filmde aslında bu tarz mesajlar aktarılıyor ama maalesef gözümüze batan gerçekler değişmiyor. Bu bölümde birçok seyirci gibi benim de hoşuma giden sahne kömür madencilerinden yardım isteyen bakan ve madencilerin bakana karşı verdiği tepki. Bu ufak sekans benim hoşuma gitse de böyle bir düzende gözüme biraz abartılı geldi
Sıkı sinema takipçileri iyi bilirler; yönetmenin filmde gösterdiği obje, dekor, renk her ne ise bir mesaj ve anlam içermektedir. Bu bölümde Profesör Valery Moskova’da sarayda KGB Başkanı ile görüşmeyi beklerken sarayın duvarında kocaman asılı duran bir yağlıboya tablosuna dikkat ediyoruz. Bu eserin ismi: ”Korkunç Ivan oğlunu öldürüyor” Bu eser hakkında minik bir araştırma yapsanız bile neden bu tablonun o görüntüde olduğunu anlamış olacaksınız .”Başarılı yönetmeni aramak için detayların arkasına bakmak gereki.r” diye hep söylediğim sözü bu yazımda da belirtmeden geçemeyeceğim.
Dizinin dördüncü bölümü, kabul etmek gerekirse durağan geçiyor, belki de asıl vurguyu final bölümüne kendini saklamak içindir. Şehrin, köylerin, kasabaların tahliyesi; hayvanların öldürülmesi, tarlaların imha edilmesi gibi ne derece etkili olduğu tartışılır birtakım icraatların yapıldığını izledikten sonra sıra finalin kilit noktası duruşmaya gelir. Duruşma görüntülerinde dizinin çekim kalitesinin ne kadar profesyonel olduğunu bir kez daha gözlemledim. Sanki gerçekten 80’li yıllardan bir kare aktarıyorlarmış gibi seyrettim o sahneyi. Flashback yardımıyla patlamadan saatler öncesine dönülüyor ve santral kontrol odasına neler yaşanıyor tüm ayrıntısı ile öğreniyoruz. Duruşmada Profesör Legasov hükümet ve kontrol amiri aleyhine bildiği ve öğrendiği tüm gerçekleri söylüyor ve sonrasını düşünmek bizlere düşüyor. Dizide Legasov’un son replikleri o kadar etkileyici hazırlanmış ki birçoğumuz bu sözlerden edebî ve felsefik ilham bile alabiliriz.
Cast seçiminde gerçeğe birebir benzeyen aktörler tercih edilmiş ki bu da gerçekçilik duygusuna ne kadar önem verdiklerini ve özendiklerini gösterir Dizinin son birkaç dakikası dönemi gösteren fotoğraf ve bilgiler ile arkada çalan kilise müziğini andırır bir melodiyle gözyaşımızı tutamama noktasına getiriyor bizleri. Birkaç ufak araştırma ile dizinin final müziğinin bile son derece yerinde seçim olduğunu söylemeliyim. Ukrayna Korusu’nun seslendirdiği “Vichnaya Pamyat” yani “sonsuz hafıza” seçilmiş bu sahne için ve melodi atmosferi çok güzel tamamlamış.
Dizide eleştirdiğim tek nokta karakterlerin kendi dillerinde, yani Rusça değil İngilizce konuşmaları oldu. Ayakta alkışladığım ise Valery Legasov’u canlandıran Jared Harris…
“Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkardım…
Şimdiyse sadece soruyorum: Yalanların bedeli nedir?
Seyretmeyenler için şimdiden iyi seyirler