HANGİMİZ SEVMEDİK 2. BÖLÜM
Yazar: Sinem ÖZCAN
Tam bir ay sabırla bekledikten sonra, hoş bir tesadüfle Münir Özkul’un doğum gününe denk geldi yeni bölüm ve çok şükür, ikinci bölümüyle buluşabildik Hangimiz Sevmedik’in. İlk bölümüyle ağzıma bir parmak bal çalmış, sonrasını merakla bekler bırakmıştı, beni.
İlk bölümde de dile getirmiştim, benim için Hangimiz Sevmedik’in en özel yanı dizinin kötüsünün olmayışı… Bugün ne yazık ki özellikle büyük kentlerde benzerlerine pek de rastlayamayacağımız ama hepimizin geçmişinde en az birkaç örneğini tanıdığı sıcacık, kendi hâlinde insanlar onlar.
O küçük mahalle, ilk andan beri bende hep hayattan soyutlanmış, küçük bir dünya izlenimi uyandırdı. Hani gerçekler insanı fazlaca rahatsız ettiğinde “Ah, buralardan bir gitsem!” duygusuyla kaçıp sığınmak isteyeceği düşsel bir mekân…
Son derece kalabalık kadrosuna karşın, bence dizinin baş aktörlerinden biri mahallenin kendisi… Farklı evlerde aynı yaşamı sürdüren, sadece birbirleriyle var olabilen bir aile yaratmış, o mahalle. Her evde olagelen sürtüşmeleriyle, kıskançlıklarıyla, ötelenmeleri ve kucaklamalarıyla ama en çok da birbirlerine duydukları sevgiyle kocaman bir ev…
Öykü dinamikleri iyi ayarlanmış, ilişkileri çok sağlam kurulmuş görünüyor. Özellikle dilin sürükleyiciliğe bayıldım. Hele hele artık ancak büyük anne ve büyük babaların dilinde kalmış, yeni kuşakların neredeyse hiç kullanmadığı halk söyleyişlerini işitmek beni alıp çocukluğuma götürüyor.
Tiplemelerin çoğu, Yeşilçam filmlerinden özenle seçilip alınarak iyi bir kompozisyon yaratılmış. Kurguya da doğru oturtulunca göze de zihne de rahatsızlık vereni yok.
Öykünün komedi ayağı, ilk bölümde tahmin ettiğim üzere Şener’le yürütülüyor çoğunlukla. Cengiz Bozkurt, Şener adına çok doğru bir tercih olmuş ve gerçekten öyküyü çok iyi sürüklüyor. Şener, öykünün belki de ‘kötü’ denebilecek tek tiplemesi… Aslında onun için bile kötü sıfatını içim rahat kullanamıyorum ama bu bölüm dikkatimi çeken iki yer oldu ki açıkçası beni bir parça rahatsız etti. İlki: Şener’in Ayşen yanında yokken onunla ilgili yorumları (Kuaföre girmek üzereyken aradığında “Rahat bıraksan gireceğiz…” tavrı gibi) diğeri de kadir kıymet bilmezliği… ( Kıyafetlerini nezarethaneye yollayan Emel için en azından bir “Allah razı olsun” deseydi keşke).
Tamam Şener, hayatı üçkâğıt olan dalavereci adamın teki, tamam para söz konusu olduğunda abisini bile düşünmeden kazıklayacak bir tip ama hani bir tutam vicdan konamaz mıydı, acaba diye düşünmüyor değilim.
Cengiz Bozkurt’un tipi canlandırmadaki başarısını hiç tartışmıyorum. Düşüncemin geneli bağlamayacağının da farkındayım ama açıkçası ben bu bölüm Şener’e fazla maruz kaldım. Üst üste benzer durumlar doğup Şener, benzer tepkiler verince ben bir noktadan sonra esprilerden koptum.
Öykünün Aile ve Münir’den başlayıp Şener’in üçkâğıtlarıyla ivme kazanıp yavaş yavaş gençlerin öyküsüne evrileceğini hissediyorum. Bu anlamda Şenerli bölümlerin de şart olduğunu biliyorum ama keşke yayılsaydı birkaç bölüme…
Şener’in karşısındaki İlyas tiplemesini ilk bölüm fark etmiştim ve Bülent Şakrak’ın çok başarıyla canlandırdığı karakter bana çok sıcak gelmişti. İzlenimim katlanarak sürüyor. Şener’in ayakları yere basmayan tavrına karşılık İlyas’ın sağlam duruşunu seviyorum. Şener’in Ayşen’e aşkındansa İlyas’ın Ayşen’e sevdasını da çok daha inandırıcı buluyorum. Ben sanırım hayatın yoğurduğu, büyüttüğü insanları seviyorum, ha bir de karşısındakini kendinden çok önemseyenleri… O yüzden de dizide benim adamım İlyas! Şener, hiiiiçççç kusura bakmasın.
Öykünün diğer cephesinde de şu an ağırlık Adile ve Münir’de. Geçmişte yaşananları hazmedememiş ve yüreklerindeki sevginin üstünü sımsıkı örtmüş iki inatçı keçi onlar. Aslında birbirlerine duydukları sevgiyi gün ışığına çıkarmamanın yolunu nefrette bulmuş iki âşık… Hem Gül Onat’ın hem de Altan Erkekli’nin gerçekten çok çok başarılı çizdikleri tiplemelerle hikâyenin açılımı sağlandı. Geçmişte yaşadıklarını sır olarak saklayan ikilinin bugün niye bu kadar düşman olduklarını çocuklarının da mahallelinin de anlaması elbette imkânsız. Bu noktada da kafama takılan bir soru işareti var: İlk bölümde Münir’in Adile’ye “Sen hep avukat bir kızımız olsun demez miydin?” cümlesi… Bu cümle ortaya bomba gibi düştü mü düştü. Hadi mahallenin eskileri olayı biliyor diyelim neden çocuklar bu cümleye takılmadı, orayı anlamış değilim. Itır, babasına bu cümleyi bir sorsaydı keşke ya da Tarık annesine “Bu adam ne demek istiyor?” deseydi… Gerçi onlar kendi sırlarıyla öylesine meşguller ki sanırım dikkatten kaçtı.
Itır ve Tarık aşkı ilk bölüme göre bir parça daha hareketlendi. Burada da Itır bana kızmasın ama ben Emel’in sevgisine bayıldım. En yakın arkadaşının sevdiği adamla evlendiğini duyan ve bu aşkı sonuna kadar yüreğinde tutmak zorunda kalan Emel’in aşkı bana Itır’ınkinden dolu geldi açıkçası… Sanırım, Itır’ın sevgisini fazla kolay buldum ben. “Ben onu seviyordum, o da bana âşıkmış; kavuştuk.” bana hak edilmemiş bir aşk gibi geldi açıkçası. Dizi komedi olmasaydı belki de ilerleyen günlerde Emel’in bir şansı olurdu ama maalesef, Emel eski Türk filmlerinin kimselere söyleyemediği aşkı yüzünden verem olan genç kızı olmaya mahkûm…
Itır ve Tarık aşkına inanmam için artık yavaş yavaş o sevdanın geçmişini, birbirlerine ne ifade ettiklerini görmem lazım, galiba. Şu an evliliklerini açıklayamama sorunları var ve bu aralarındaki bağı güçlendirecek, elbette ama o “büyük aşk”ın da tıpkı Adile ve Münir gibi sezdirilmesi gerek diye düşünüyorum. Yoksa korkarım ben hep Emelci olarak kalacağım.
İlk bölümde, Tarık kimliğiyle ‘yeni’ Can Yaman’la tanışıyorum demiştim. Yeni çünkü bundan önce yarattığı karakterlerden tamamen farklı… Mimikler değişmiş, tavır değişmiş, hatta bakışlar değişmiş. Bu bölüm, yeni kimliğine biraz daha aşina oldum. Henüz, karakter özellikleri ortaya tam çıkmasa da yeni görüntüye de adapte oldum.
Bu bölüm iki sahne var ki değinmeden geçemeyeceğim: İlki Tarık’ın Emel’le sahilde konuşması… “Ben biliyorum!” cümlesine kadar tansiyonu normal, durağan bir sahneydi benim için. O kilit cümle öyle bir geldi ki kendi kendime “Aha, Tarık biliyor Emel’in ona duygularını!” dedim. Oturduğum yerde dikleştim; şimdi buna nasıl bir açıklama getirecek, kızı kırmadan ne diyebilir ki diye beyin fırtınasına bile geçtim. Ardından pat diye “Seni nikâha çağırmadık diye kırgınsın, bize!” cümlesi geldi. Olduğum yerde kalakaldım. Sahnenin gerilimi bir anda öyle bir yükselip indi ki, sözüm ona çok dikkatli izleyici olan ben(!) bir ”Noooluyoruz?” dedim. Zamanlamasıyla, vurgusuyla, duruşuyla öyle doğru bir sahneydi ki hayran oldum.
Diğeri de Itır ve Tarık’ın sahildeki konuşmaları sahnesi… Düz, durağan bir diyalog bölümü… Konuşmayı sürdüren Tarık, Itır’ın yanağına düşmüş saçı alıp onun kulağının arkasına atıyor. Çok doğal, çok sıradan… O an kendime “İyi oyuncu ‘şunu yap!’ komutu beklemeden, doğru eylemi bulur.” dedim. Küçücük bir jest, sahneyi canlandırıverdi. Çok büyük olasılıkla spontane gelişmiş, doğaçlama bir jestti. Can Yaman oyunculuğunda en sevdiğim şey de bu! Hiçbir abartıya yer vermeyen, doğru anda doğru eylemle, göze batmadan sahneye kattığı hareket… Basit, küçük dokunuşlarla yarattığı kimliğe öyle bir tat veriyor ki işte benim onda izlemeyi en sevdiğim yan da bu!
Bölümün sonunda Itır ve Tarık her ne kadar evliliklerini açıklama kararı aldılarsa da bu kararın yakın zamanda uygulanabilirliği görünmüyor bana kalırsa… Bir süre daha uzaktan sevmeye, bu arada da anne ve babalarının birbirlerini boğazlamaması için savaşmaya devam edecekler gibi görünüyor.
Bir ay bekledikten sonra çabucacık geçen bölümün tadı damağımda kaldı. Haftaya, kendi adıma, az Şenerli bir bölüm duasındayım. İki saat boyunca yüzümde tebessümle ekrana bakmamı sağlayan herkesin emeklerine sağlık…