İntikam mı ? Aşk Üçgeni mi?
YAZAR: Şeyma BULUT
Kuzgun’a geçtiğimiz hafta Kuzgun’un Şeref’i vurduğu sahneyle veda etmiştik. Bu hafta verilen tanıtım ve özetlerden dolayı bölümü oldukça heyecanlı beklemiştim ancak maalesef ki bölüm beklediğimin çok altındaydı. Bölüm yorumuna geçmeden önce birkaç tane aklıma takılan soru var. Birincisi Kuzgun tam olarak neyi anlatıyor? Bu bir intikam hikâyesi mi ? Evet, öyle tanıtıldı ancak nedense ben böyle bir şey göremiyorum. Yirmi yıl boyunca acılar içerisinde intikamını alacağı gün için hazırlanan bir adam, nasıl oluyor da sürekli anlık planlamalar yapıyor? Dizinin ilk bölümünde her şeyin Kuzgun’un planı olduğu gösterilmişti ancak son bölümde Kuzgun bir plan yapmıyor da sanki başkalarının yönlendirmesiyle o an karar vererek hareket ediyor gibi. İntikam peşinde gerçekten koşan bir adamın, bir adım sonrasını on adım öncesinden planlamış olması gerekir diye düşünüyorum. Ancak dizide böyle bir durum yok. Kuzgun önce Rıfat’ın arkasından Şeref Dağıstanlı ile anlaşıyor. Şeref de bu teklifi kabul ediyor. Ardından Şeref zaten yanına Rıfat’ı öldürmeyi kabul ederek gelen Kuzgun’un Rıfat’ı yok etmesini garantiye almak için Kesik’i öldürüyor. Kuzgun da ani bir plan değişikliğiyle Rıfat’ın yanında yer alarak Şeref’i alaşağı ediyor. Açıkçası bunlar bana pek akıllıca hazırlanmış planlar olarak görünmedi. Ben, Kuzgun’un bir planının olduğunu da düşünmüyorum. Evet, dizinin bir bölüm süren sırlarını aralayan bir hikâyesi var ancak bana göre çok daha büyük bir plan olması gerekiyor. Böylesine kökeni derinlere inen bir intikam alma arzusunun günlük gelişmelere göre ilerlememesi lazım. İlerleyen zamanlarda bu durum değişir mi bilmiyorum ama şu anda bu intikam öyküsünün, babasını bir ihanet sonucunda kaybeden genç bir çocuğun öfkeli ruh hâli dışında bir temeli varmış gibi görünmedi. Eğer öyle olsaydı ilk günden Kuzgun’un adım adım ilerlediği bir planı olurdu ve tüm oyununu buna göre kurardı. Hâl böyle olunca da maalesef ne olduğunu anlamadığım bir dizi izliyormuşum gibi geliyor bana.
İkincisi eğer bu sadece bir intikam hikâyesi değilse neden öyle tanıtıldı? Son iki bölümde yaşananlar Kuzgun ve Dila arasındaki duygusal geçmişin bugününü anlatıyormuş hissini uyandırıyor bende. Kuzgun daha geçen bölümde güçlü olmak istediğini söylerken bu hafta nedensiz bir şekilde ailesi olsun istediğinden bahsediyordu. Zaten Şeref’in ölümüyle girdiği zor durum gün be gün ortadayken Dila’yla ada yolculuğu bana biraz mantık dışı geldi. Daha doğrusu erken… Bu çiftin zaten tutarsız başlayan ilişkisi, aynı tutarsızlıkla devam ediyor. Anlayamıyorum. En son yirmi yıl önce gördüğü bir adama Dila, birden nasıl bu kadar âşık oldu. Ya da Kuzgun, bu kadar öfkeli olduğu bir kadına – ailesinin başına gelenlerden direk olarak rolü var – nasıl bu kadar iyi davranabiliyor? Kendi ailesine davranışına bakınca ona en azından çok daha iyi davranabiliyor. Gerçekten mantığıma bir türlü oturtamıyorum. Hadi diyelim ki Kuzgun ve Dila’nın bir geçmişi var. Peki ya Bora? Bora Dağıstanlı gibi acımasız bir adam, elleri kirlenmesin diye kimseye dokunmayan, küçücük oğluna babasının ölümünü doğrudan anlatan biri nasıl Dila’ya bu kadar değer verdi? Dizide verilene göre Bora ve Dila daha önce asla görüşmediler. Ancak Bora, Dila’nın ne hissettiğine bile fazlasıyla değer veriyordu. Dila soğukta otururken onun nasıl hissettiğini merak ederek paltosunu çıkardı, Dila’yı üzdüğü için Kuzgun’a öfkelendi. Bunlar maalesef benim mantığıma hiç ama hiç sığmıyor. Umarım senaryo ekibi, bunları önümüzdeki bölümlerde bize sağlam argümanlarla sunar. Aksi takdirde derme çatma bir şekilde yazılıyor diyeceğim.
Bölüme gelecek olursak geçtiğimiz üç bölüme oranla aksiyonu daha düşük bir bölüm izledik. Bölüm, Kuzgun ve Rıfat arasındaki dengeler değil de Kuzgun ve Dila arasındaki ilişkinin gidişatı üzerinden ilerledi. Kuzgun ve Dila arasındaki bu gelişmelerin de biraz erken olduğunu düşünüyorum. Daha doğru düzgün birbirlerini tanımayan iki insanın aşk gibi çok derin bir konudan bu kadar erken bahsetmesi, Dila’nın kendini ada soğuğunda balkona atacak derecede acı çekmesi gerçekten akıllara zarar bir durumdu. Dila karakteri o kadar mantıksız ilerliyor ki senaristlerin nasıl bir karakter çizmeye çalıştıklarını anlayamadım. Onun için çok güçlü, sert ve gerçekçi bir kadın kimliği anlatılırken bir sonraki sahnesine geçildiğinde çocukluğundaki anısına saplanıp kalmış ve bugünü yaşayamayan bir kadın imajı çiziliyor. Bu ne yaman çelişki böyle ? Bir insan ya gerçekçidir ya da hayalperest. Arası yoktur ki bunun. Ayrıca hâlâ aralarında bir aşk olduğuna da inanamıyorum. Ben, karakterin hâlâ sonu gelmeyen bir vicdan azabı çektiğini düşünüyorum ve Kuzgun’a da bu duyguyla yaklaşıyor ama daha önce böyle derin bir duygu hissetmediği için bunu aşk sanıyor olabilir. Ancak vicdan azabıysa da yansıtılma şeklinde de sıkıntılar var. Dila, kaybettikleri yıllar boyunca Kuzgun’a değişik hediyeler yapmış. Onun olmadığı yıllarda kaçırdıklarını ona geri vererek güzel bir doğum günü sürprizi hazırlamış. Bu olay Dila ve Kuzgun arasında yaşanmışlıklar arttıktan sonra olsaydı herhalde çok daha duygusal bakardım olaya. Ancak daha geçen bölüm birbirlerine rest çeken bir çift arasında olunca ne oluyoruz, demedim desem yalan olur. Bu hafta Kuzgun ve Dila sahneleri sanki on bölüm sonrasında yaşanacakların ön gösterimi gibiydi. Ya da hikâyenin yönüne karar verilemediğinden midir bilemem tabii ki ama bölümü geçiştirmek için yapılmış gibi geldi bana.
Bir aşkın inandırıcı olması için biraz sağlam temellere dayanması gerektiğini düşünenlerdenim. Aşk çok derin ve karmaşık bir duygudur. En son yirmi yıl önce görüşen ve arada onca yılın ağırlığı olan iki insan arasında bu kadar erken doğması saçma geliyor, bana. Umuyorum önümüzdeki bölümlerde biraz daha mantıklı ilerler bu çiftin öyküsü.
Bu hafta dizimize yeni bir oyun kurucu girdi: Bora Dağıstanlı. İlk bölüm itibariyle karakter ve oyuncu arasındaki bağı fazla kuramadım. Yani ilk bölümden olmamış da demek istemiyorum ancak karşımda tam bir Bora Dağıstanlı var da diyemiyorum. Karakterin aşırı düz olmasından mı yoksa oyuncunun tam olarak adapte olamamasından mı bilmiyorum ama Bora, bana şimdilik “İşte aradığım kan bu!” duygusunu veremedi. İlk sahnesinden itibaren Cebeci ve Bilgin ailelerinin arasında toprak altında uyuyan gizli düşmanlığın tüm dengelerini alt üst edeceğe benziyor. Bir yandan Kuzgun’un kız kardeşi Kumru ile ilgilenirken diğer yandan da Dila’yla bir bağ kurma çabasında. Kuzgun’u da radarına alan Bora, kendince haklı sebeplerle – babasının ona sevgi göstermemesi ve daha da acınacak hâle gelmemesi için oksijen borusunu çekerek ölümüne sebep oldu – babasını öldürdükten sonra harekete geçti. Dila’ya anlaşılmaz bir şekilde ilgi duyan Bora, Kuzgun’a da bilenmeye başladı ki zaten Ali’nin ona, babasının katilinin Kuzgun olduğunu söylemesinin ardından Kuzgun ve Bora arasında çetin bir mücadele başlayacaktır. Ancak anlamadığım Ali’nin böyle bir şeyi nasıl yaptığı? Ali babasının sağ kolu, yaptığı her işi nasıl yaptığını biliyor. O olmadığı zamanlarda da işi bizzat kendisi yönetiyor. Kuzgun’un bu eyleminin babasına bir şekilde sirayet edeceğini de biliyor. İlk bölümden bu yana ailesi için siper olan bir karakter böylesine tehlikeli bir kumarı nasıl oynadı? Bora’nın gerçekleri öğrendiğinde öfkesini bariz bir şekilde Rıfat’a yönlendirmesinin de kaçınılmaz olduğu bu kadar ortadayken ailesini her şeyin üstünde tutan bir karakterin bunu yapması bana biraz saçma geldi açıkçası.
Diğer yandan Ali ve Kuzgun arasındaki ipler birbirlerine rest çekecek kıvama gelirken Rıfat’la olan buzlar – Rıfat tarafında en azından – eridi. Kuzgun, Rıfat’ın hayatını kurtarıp olay yerindeki son kanıtı da Rıfat’a vererek Bilgin ailesinin sofrasında kendisine bir sandalye buldu. Artık hem aile ile hem de Dila ile daha yakın olan Kuzgun, babasının yaşadıklarını Rıfat’a da yaşatmak için harekete geçmişe benziyor. Kuzgun’un bundan sonra bu amaç doğrultusunda intikam öyküsünün şekilleneceğini umuyorum çünkü o çizgide Kuzgun çok ilgi çekici ve merak uyandırıcı bir öykü. Bora, Kuzgun ve Dila arasında geçecek bir aşk üçgenine dönüşmemesi de en büyük temennim. Bu hafta aralarda verilen sahnelerle bu duyguları uyandırsa da senaryo ekibinin bir planı olduğunu ve sadece dikkatleri başka yöne çekmeye çalıştıklarını düşünmek istiyorum.
Bu hafta dizide beni etkileyen anlar, Cebeci ailesine aitti. Sahneler o kadar gerçekti ki onları soluksuz izledim dersem yanlış olmaz. İlk vurucu an Kartal ve Kuzgun arasında yaşandı. Diğerlerinin aksine Kartal, abisini anlayan tek kişi olarak çıktı karşımıza. Aradan yirmi yıl geçtiğinin de abisinin acılarının da farkında ve ondan vazgeçmeye de pek niyetli değil. Kuzgun her ne kadar pek yanaşmak istemese de Kartal “Yirmi yıl bekledik, müsait olana da kadar da bekleriz.” diyerek abisiyle ilişki kurma niyetini açıkça ortaya koyarken aynı zamanda da kız kardeşi gibi gitmeyeceğini, abisi ne yaparsa yapsın onun hayatında olacağını üstüne basa basa söyledi. Kuzgun ve Kartal arasındaki sahnelerde duygu geçişleri de çok başarılıydı. Caner Şahin ve Barış Arduç sahneyi oldukça başarılı bir şekilde yansıttılar. Bu ikilinin önümüzdeki bölümlerde çok daha fazla sahnesi olmasını umuyorum.
Kartal’la güzel bir başlangıç yapmasına rağmen Kuzgun ve Kumru arasındaki ipler iyice gerildi. Kartal’ın tamirhanesini Kuzgun’un yaktığını öğrenen Kumru, Kuzgun’un karşısına dikilince ikili arasındaki uçurum daha da arttı. Kumru bir gün Kuzgun’u anlayabilir mi bilemiyorum tabi ama bu yakın zamanda olacak gibi durmuyor. Diğer yandan bu dizide her sahnesiyle beni kendisine hayran bırakan tek kadın oyuncu ise Hatice Aslan. Meryem’in özellikle Dila’yla sahnesinde kızgınlık, hayal kırıklığı arasındaki duygularını kusursuz bir şekilde yansıttı. Karakterin her sahnesi bende birçok duygu uyandırıyor: acı, hüzün, kırıklık ve kızgınlık. Ancak özlem duygusunu o kadar iyi veriyor ki Kuzgun’a sadece baktığı sahneleri bile sanırım sıkılmadan saatlerce izleyebilirim. “Bakışlarıyla oynamak” diye bir söz vardır işte Hatice Aslan bunun tam karşılığı, bu dizide.
Burcu Biricik’le ilgili konuşmayacağım zaten geçtiğimiz haftadan bu yana pek bir fark yok. Bir iki sahnesi dışında hâlâ olmamışlık hissi sürüyor, bende. Bu hafta özellikle Hatice Aslan ile olan sahnesinde bu, açık bir kitap gibi kolayca okundu. Burcu Biricik’in bu haftaki sahneleri arasında ada vapurundaki neşeli halleri çok iyiydi ki bu da sanırım oyuncunun eğlenceli kişiliğinden ileri geliyor. Barış Arduç’la sahnelerinde de başarılıydı ancak partnerler arasındaki uyumsuzluk bunları yine bir tık da olsa aşağı çekti. Hem partnerlerin birbirine tam anlamıyla uyum sağlayamaması hem de Burcu Biricik’in hâlâ Dila’ya tam adapte olamaması bu ikili arasındaki enerjisi yüksek olması gereken sahnelere bir olmamışlık duygusu veriyor. Umuyorum ki önümüzdeki hafta çok daha başarılı Kuzgun ve Dila sahneleri izleriz. Kuzgun’daki reji problemi de maalesef hâlâ aynı. Sahneler arası geçişlerde hâlâ sorun var. Özellikle flashbacklerde sanki anılara gidiyor gibi değiliz de yeni ve alakasız bir âna gidiyor gibiyiz. Bu da sahnenin etkileyiciliğini fazlasıyla azaltıyor ne yazık ki. Bu sorunu Bahadır İnce ve ekibinin bir an önce çözmesi gerektiği kanaatindeyim. Geçtiğimiz yazılarda yazdıklarımı yine tekrar etmeyeceğim ancak hâlâ dizi müzikleri konusunda da sahne renklendirmeleri konusunda da bir değişim yok, sıkıntılar olduğu gibi devam ediyor. Dizi birbirinden bağımsız onlarca sahnenin bir programla birleştirilmesi edasıyla ilerliyor. Cebeci ailesi kısımlarında çekim açılarını beğensem de birbirinden bağımsız olan sahneler arası geçişlerde sıkıntılar var. Diziyi izlerken movie clip ile yapılan video izliyor duygusu uyanıyor bende açıkçası.
Dizi müziklerinde de istenen kıvam yakalanamadı. Bu hafta özellikle Dila ve Kuzgun’un geçmişi konuştukları anda şöyle eskilerden güzel bir ezgi aradı kulaklarım ancak sadece Dila’nın balkon sahnesinde bir tını duyabildik. Bu tip dizilerde, dizi müzikleri bana göre senaryo ve teknik kadar önemlidir. Eski tarz arabesk, fantezi ya da halk müziği ezgileriyle verilen duygusal sahnelerin çok daha etkileyici ve akılda kalıcı olacağını düşünüyorum. Hâli hazırda da bu tip dizilerin emsal örneklerinde müziklerin ne denli çarpıcı olduğunu gösterenler varken biraz daha dikkatli bir şekilde bölümler hazırlanabilir. Ne yazık ki ben özellikle bu anlamda ciddi şekilde bir umursamazlık havası seziyorum ekipte. Bu sorunların azaldığı daha etkileyici bölümler izleyebiliriz, gelecekte umarım.
Bu haftaki yazıma Bahadır Atay’ın bu dizeleriyle son veriyorum. Haftaya görüşmek üzere.
Hep beni suçladınız ey insanlar,
Kiminiz kötü dedi bana, kiminiz nefret etti.
Ben hep oradaydım ihtiyacınız olduğunuzda.
Gene de ben haksız oldum hep,
Çünkü bu bile size yetmedi.
Nefret etmekte haklı mıydım acaba?
Olmayayım, ama yine de,
Bu dünyayadan intikamımı alacağım,
Ölümler karşısında sessiz
Ve başım dik olarak duracağım.
Tek bir kelime bile çıkamayacak ağzımdan,
Bir konuşsam ah bir konuşsam,
Yedi ceddiniz duyacak ama,
Tanrı yaratırken beni,
Dil koymamış olmayan ağzıma.
Neler planlıyorum bir bilseniz,
Hep sizi düşünüyorum insancıklar,
Benim farkımda bile değilsiniz.
Ben ki sizin en büyük düşmanınız,
Her zaman yanı başınızda ki yegane dostunuzum,
Her gece görmek istemediğiniz,
En büyük kâbusunuzum.
Yepyeni ölüler vereceğim toprağa,
Daha soğumamış bedenlerini toprağa gömüp,
Üstlerini kapatacağım.
Gündüzleri törenle,
Ve sessizce gecelerimin bir yarısı.
Kendi ellerimle olmasa bile,
Yapacağım bunu merak etmeyin.
Aklını çeldirecek çok insan var yeryüzünde.
Toplu mezarlarınız olacak,
Silin yüzünüzdeki o alaycı gülümsemeyi,
Ve sakın küçümsemeyin beni,
Ah kader, kader de bir yardım etseydi,
Hayat bulamayacağı bir insan arıyor olurdu kendine,
Acaba ölümden kurtarabilir miyim diye şimdi.
İnsanlar korkuyor artık benden,
Bir efsaneyim şu anda zaten.
Çocuklar bile korkuyor, daha ilk görüşlerinde.
Akıllarına ilk kez sokulduğumda bile,
Tıpkı gelecekte kanlarının akacağı gibi ellerimden,
Gözyaşları akıyor o küçücük gözlerinden.
Zaman hızlı, zaman acımasız,
Ben de onun gibi olacağım,
İşin aslı ben zaten zamanım.
Sizler benim nefretim,
Ölüm intikamım.