YAZAR : Ayça AKMAN

Meslekleri odağa alarak, hayatla ölüm arasında gidip gelen kahramanların hikâyesini ekrana taşımak yurtdışında yıllardır çokça rağbet gören bir damar ve ne yalan söyleyeyim gerçekten de çok sağlam işler çıktı şimdiye kadar. Bizde henüz hiç denenmeyen bir tür olduğu  için Kırmızı Kamyon’la ilgili ayrıntıları ilk duymaya başladığımda umutlanmıştım doğrusu. Ama aksiyona yaslanan her projede olduğu gibi bütçe, bundan da önemlisi vizyon bu işlerin olmazsa olmazıdır. Bu noktada ciddi endişelerim vardı, maalesef haklı da çıktım.

Kırmızı Kamyon adının bir seyirci olarak bende uyandırdığı ilk izlenim, kahraman itfaiye elemanlarının aksiyon dolu hayat kurtarma maceralarına ortak olacağımızdı doğal olarak. İlk on beş dakika öyle de oldu aslında. Birkaç ufak pürüzü görmezden gelirsek gerilimi dozunda, iyi kotarılmış sekans, Uğur’la Cem arasındaki merak uyandırıcı tansiyonla birleşince daha sonrası için umut vaat etti fakat görüp göreceğimiz bu kadarmış. İkinci yarıdaki on beş dakikalık görece daha zayıf ve yetersiz yangın sahnesi dışında itfaiyeye dair başka hiçbir şey seyredemedi bu gözler. Doğrudan aile dramına bağlanan hikâye dört bir kola dağılarak “Biz ne seyrediyoruz?” sorusunu sormama sebep oldu ki aksiyon görme hevesiyle ekran başına oturmuş her seyircinin benzer tepkiyi verdiğini düşünüyorum. Ana karakter Uğur etrafında dönüyor gibi görünse de hikâye, onun kızının velayetini alma çabaları kadar “Kumandan” Tolga’nın ailesi ve çocukları da baskındı ilk bölüm olmasına rağmen! Yanlış anlaşılmasın, derinlikli karakter severim ben. Abdo, Bedri, ilker, Tolga, Cem ve hatta Murat’ın öyküleri açılsın elbet. Ama projenin odağını seçip kararını vermesi lazım. Eğer “kahramanların hikâyesi” mottosuyla yola çıkıyorsanız seyirci bunu bekler. İki saatlik akışın sadece yarım saati ayrılacaksa bu mesleğe ve kalanı tesadüfler üzerine kurulu klişe bir drama yaslanacaksa üzgünüm ama bir aksiyon sever olarak ben bu işi dram kategorisine koyarım. Orada da çok daha iyi birçok örnek varken izleyiciye ekstra bir şeyler sunmak lazım. Merak unsuru olmadan yegane düğümü, yani kundaklamanın baş faili Yavuz’u, daha ilk bölümde açık etmişken Ömrüm’ün velayetinin kime geçeceği hususunun hiçbir cazip yanı yokken öykü, kendisini seyirciye nasıl kabul ettirir şüphedeyim.

Başçavuş Uğur Eser, karısı Nilüfer’i bir yıl önce kundaklama sonucu çıkan  yangında kaybetmiş; kızı, eşinin ailesi tarafından elinden alınmış bir baba. Bu olayın onda yarattığı maddi manevi yıkım hayatını alt üst etmiş, işinden uzun süre ayırmış. Evi yok, pansiyonda kalıyor ve kızı için henüz kiraladığı ev de küçük bir kız çocuğuna yuva olmaktan, dahası velayet davasına atanan adli psikolog Yonca’yı ikna etmekten pek uzak. Uğur’un iki takıntısı var: İlki, yangın gecesi kaçarken göz göze geldiği kundakçıyı yakalamak, ikincisi haksız yere kendisinden alındığını düşündüğü Ömrüm’ü geri almak. Hayatı da kaderi de mutluluğu da Yonca’nın iki dudağı arasında. Ve gözünü kırpmadan, amirinin sözünü dinlemeden, arkasının kollanmasına imkân vermeden her fırsatta hayatını tehlikeye atan bir baba olarak o velayeti kolayca alamayacak o kesin. Kundakçıyı ise tesadüf(!) eseri yangın mahallinde gördü ve polis arkadaşının yardımıyla evine kadar ulaştı. Burada neden polise ihbar edip işi onlara bırakmadığını, polisin “Bu plaka nedir?“ diye niye soruşturmadığını da sorgularım ama görmezden geleceğim zira kahramanların üzerlerine vazife olmayan işlere burunlarını sokmak gibi bir misyonları var, alıştık artık. Kundakçı Nazım öldü mü emin değilim ama Uğur ucunu yakaladığı ipi bırakmayacak belli ki. Onun savaşı üç cephede. Kendisiyle savaşı en çetini çünkü durulup sakinleşmesi kolay olmayacak. Diğer yandan Yonca, kızının anahtarı ve henüz bilmese de karısının katilini azmettiren Yavuz’un kız kardeşi yine tesadüfe bakın ki (!) aralarındaki muhtemel bir gönül ilişkisi, imkânsız aşka göz kırpıyor. Cem’in ailesi de topyekün karşı cephede, hiçbir anlayış emaresi göstermeksizin! Kolay gelsin Uğur’a, ne diyeyim…

Nilüfer’in abisi  davacı Cem Tolunay ve aile neden Uğur’a bu kadar ağır tavır koymuşlar ben hiç anlayamadım. Suçsuzluğu ortaya çıkmış, aklanmış. Olay kundaklama, adam yegâne torunlarını yangından kurtarmış, yetmemiş karısını almak için yanan binaya girmek istemiş, izin vermemişler! Senin yüzünden öldü ne demek? Ha, bilmediğimiz ayrıntılar var da ilerleyen bölümlerde açılacaksa başımla beraber. Ancak bu hâliyle ne Cem ne Zehra ne de aile bana samimi geldiler, onların sebeplerine ikna olamadım ben. Zaten Zehra’nın, Ayşe tarafından tescil edilen “yılanlığı” o kadar itici ki küçücük bir çocuğu babasından soğutmak için “melek” annesini kullanacak kadar küçülünce çocuk sahibi olamaması gibi güçlü bir motife rağmen tüm empati kanallarımı tıkadı maalesef kendisi. Yonca, Ömrüm’deki sinyalleri iyi takip ederse ki edeceğinin işaretlerini verdi, Zehra’nın yattığı yılan uykusundan uyanması uzun sürmez.

Tolga, bu bölüm açık ara en rahat empati kurabildiğim karakter oldu. Onun kendisi gibi itfaiyeci olmak isteyen oğlunu gizlice çalıştığı istasyona aldırmasını da anladım, “Ben şimdi kendi evladımı alevlerin içine nasıl göndereyim?” isyanını da… Haklı; meslek zorlu, hayatı arkalarında bırakıp ölüme koşuyorlar, yüzleri hayata dönük değil. Ama Murat da bir yetişkin ve seçimini yapmış, tıpkı zamanında Tolga’nın yaptığı gibi. Uğur’un tarafını tutuyor olmasına rağmen bir çaylak olarak oğlunu Cem’e emanet ettiğinde sağduyusunu da takdir ettim. Ne var ki gerçeklere gözü bu kadar açık bir baba olarak Tolga yalanlarla sarılı. Kızı Menekşe’nin bursundan, okuluna, çalışacağı yere kadar doğrular hep eksik ve çarpıtılmış iletiliyor ona ve duyduklarını irdelemekten kaçınmasını zihninin mesleğine yoğunlaşmış olmasına veriyorum şimdilik. Menekşe’nin fizyoterapist olarak girdiği evin Yavuz’un evi çıkması sürpriz olmadı bana, malum rastlantılar! Menekşe’nin o evde görüp duyacakları ileride Uğur’a da bir kapı açabilir kim bilir?

En başından itibaren “Ben kötüyüm” edasıyla okları üzerine çeviren Yavuz’u izlerken kötü adam illa ki kötü bir baba da olmak zorunda mı diye hayıflanmadan edemedim. Oğlu Furkan’ı o hâle getiren motosiklet kazasının basit bir kaza olup olmadığını bilmediğimizden kesin konuşamıyorum ama on beş günde ayağa kalkmasını buyurduğunu görünce sadece babalığını değil insanlığını da sorgulattı bana. Zaten sigortacılığı, insanların hayatını kurtardıkları bir müessese;  “ kanun dışılıklarını” da kahramanlık diye yutturmaya çalıştığı düşünülürse ondan insani bir tavır beklemek benim hatam. Yavuz yaptıklarını anlamaya çalışabileceğim derin bir kötü değil, o yüzden üzerinde kafa yormaya gerek de yok, hele hele o masayı ve etrafına topladığı suç ortaklarını gördükten sonra. Her mafyavari oluşum masa başında toplanmak zorunda mı bilmiyorum ancak böyle bir masanın, projenin  ciddiyetine uymadığını söylemek zorundayım. Neticede bu işin de bir raconu olmalı, öyle değil mi?

Kırmızı Kamyon’un dünyası ne yazık ki beni içine çekemedi. Bunda mekânlar kadar diyaloglar ve hikâyenin zayıflığı ve odağın kayması da etkili oldu. Aslında elimizde harika bir hamur var: Kahraman itfaiyeciler, onların da birer insan olduğu ve mesleğin ağır yükü…. Buradan alsa yürüse, ilk bölümde aksiyona yaslansa, önümüze birçok düğüm koysa, odağına mesleği oturtsa sonuç bambaşka olabilirdi; maalesef gerçek itfaiyecileri  konuşturmak yetmiyor böyle bir işte. Buna iyi başlayıp sonra nefesi kesilen reji, dağılan anlatım da eklenince beklediğimi bulamadığımı söylemek zorundayım. Hikâyenin derdi ne, kitlesi kimler muğlak olunca söyleyecek tek bir şey kalıyor. Castı kendisine yakın bulan seyirci ilgi gösterebilir, yolu açık şansı bol olsun…

Böyle zor bir zamanda yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık…

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.