Sen Anlat Karadeniz 10. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Nefes’e üzülmek, Tahir’i alıp ciğerime sokmak, Mustafa’yı ıslak kızılcık sopasıyla dövmek ve Berrak’ı suçlayıp suçlamama çelişkisi yaşamak duygularıyla kalktım, Sen Anlat Karadeniz’in başından, dün akşam.Bu karmaşanın tam ortasında kalakalan kalemim de sevdadan, öfkeye; öfkeden, acımaya; acımadan, hüzne gidip geliyor çaresiz.
Kalemi kendi hâline bırakmadan kafamdaki en büyük soruyla başlayayım, izninizle: Ben Vedat’a kızmak yerine niye Mustafa’ya bu kadar öfkeleniyorum diye düşünüp duruyorum, dünden beri. Öyle ya, yükselip baktığınızda yaşanan her şeyin altındaki ana isim Vedat… Onun yol açtıkları, onun yaşattıkları ve onun yıkıp yok ettikleri… Vedat dururken Saniye’ydi, Berrak’tı, Nazar’dı, Mustafa’ydı diye niye öfkemi bölüp dağıtıyorum ki? Bunun bir tek cevabı var, bende: Öfke, sağlıklı bir duygu aslında. Kurtarılabilir, iyileştirilebilir olana kızarız. Eğer ümidiniz yoksa eğer düzeltilebilir olduğuna inanmıyorsanız öfke gibi yıpratıcı bir duyguyla da boğuşmazsınız onun adı artık nefret olur, tiksinme olur, hınç olur ama öfke olmaz.
Vedat; iyileştirilebilir, normalleştirilebilir ya da doğru yola getirilebilir bir adam değil. Muhtemelen, yaşadıkları içindeki canavarı tetiklemiş bir psikopat o. Çok dürüst olayım, “Vedat, yakalansın, hapse atılsın; cezasını çeksin!” gibi duygularım da yok. Vedat’ı insan olarak görmüyorum, ben. Yatacağı 5 – 10 yıl kararttığı hayatların karşılığı olamaz, olmamalı. Onun ne ceza çekeceğine ne ders alacağına ne de pişmanlık yaşayacağına inanıyorum. Hapse düştü diye sürünüp aklı başına gelecek bir tip değil, o. Duyguları, empati yeteneği filan yok. Onun hakkı bana sorarsanız ölüm… Hesabını verebiliyorsa Allah’a versin ama bu ölümü Tahir ya da Nefes eliyle yaşamasın, kendi belasını kendi bulsun istiyorum.
Tahir’in dediği gibi ben de görünen düşmandan korkmuyorum, beni de en çok pirincin içindeki beyaz taşlar rahatsız ediyor. Mustafa’yı hiç bağışlayamam ve asla mazur görememem de bu yüzden. Nefes’e “Ben ettim, sen etme!” diyen Mustafa vicdanını rahatlatmanın peşinde olduğunu o kadar hissettirdi ki bana, samimiyetine zerre inanmadım. Hoş, inansam da bunu hak ettiğini hiç düşünmediğimden Nefes onu bağışlasa bile ben affetmeyecektim. Kayalıklarda yaptığı konuşmayla da bencilliğinin altını bir kez daha çizerken affedilmeye hiç de layık olmadığını kanıtladı, bana göre. O uzun ve sözüm ona duygusal konuşmanın ana fikri “Tahir’in gitmesine engel ol ama sen git!” cümlesiydi.
Nefes gitsin ki Mustafa eski düzenine kavuşsun, Nefes gitsin ki kardeşi, çocuklu bir kadınla yaşama utancından (!) kurtulsun, Nefes gitsin ki Mustafa, Tahir’in ya da diğerlerinin çıkaracağı sorunlarla uğraşmak zorunda kalmasın, hepsinden önemlisi Nefes gitsin ki Mustafa yediği haltın utancını onlara her baktığında yaşamasın; kafasını kuma gömüp huzurlu, mutlu hayatına dönebilsin. Bakar mısınız bencilliğe??? “Ben huzursuz olmayayım, benim başıma iş açılmasın ama sana ne olursa olsun!” düşüncesi, bireysellik kavramı altında yatan ben merkezlik canavarı, bana kalırsa. Özetle: Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, haaa bi’ de benden uzakta yaşarsa ayrıca iyi olur.
Çok sevdiğim bir söz var benim. Çinliler diyor ki “Bir parmağını suçlamak için karşındakine uzattığında geri kalan dördünün seni gösterdiğini unutma!” Mustafa gibi Nazar da geri kalan dört parmağın yönünü hiç düşünmeden suçu devredecek birilerini bulma gayretinde… Tahir, bir kasa dolusu silahı Cemil Dağdeviren’in önüne atmış; silah kaçakçısı olduğunu dahası hırsız ve gaspçı olduğunu suratına haykırmış. Cemil Efendi, tek kelime edememiş paşa paşa yeşilleri getirip Tahir’e teslim etmiş ama Nazar kızımız, Tahir’e ağzını doldurarak “eşkıya” diyor. Niye mi? Tahir evlerini basmış…. Bak, bak, bak!… Sen babanın kaçakçılığını görme, sen babanın eşkiyalığına göz yum, o adamı doğru belle; sen babanın ablana attığı tokada takılma ama Tahir “eşkıya” olsun öyle mi, Nazar Hanım? Olsun, valla bence sakıncası yok, varsın bütün eşkıyalar Tahir olsun! Ben asıl senin gibi “okumuş cahil”lerden korkarım.
Mercan’ın bile sessiz kalamadığı yerde Nazar’ın Vedat’a hâlâ gözlerini kapamasını anlamak çok zor. Vedat’a yem olsun diyemem ama bu, “Ben bilirim!” hâllerinin bir bedeli olacak diye de düşünmüyor değilim. Mercan, Nazar’a göre çok daha sağduyulu çıktı. O kendine “pısırık” dedi ama ben nahif diye nitelemeyi seçiyorum onu ve çok da haklı… Tahir gibi bir deliyi ancak Nefes gibi dimdik bir kadın hizada tutar. Tahir de ancak öyle bir kadına sevdalanır. Mercan’ın bunu anlaması hatta buna saygı duymaya başlaması bile ondan bir Nefes çıkmasa da kendini bulmasını sağlar diye umuyorum.
Nefes dedim, Mercan dedim, hatta Nazar dedim de kalemim bir türlü Berrak’ta durmak istemedi. Onun hükmünü nasıl yazacağını bilmediğinden, elbette. Geçen hafta “Truva atı” Berrak için ”Onun da Vedat’ın tehdit ve şantajına maruz kaldığını düşünüyorum.” demiştim. Vedat’la tanışıklığı nereden bilemiyoruz ama “abi” dediği adamın hem şiddeti hem de tehdidiyle yeni tanışmış, Berrak. Annesi ve küçük kardeşiyle sınanıyor, o da. Bu koşullarda Vedat’ın adamı olmasını anlarım, çaresizliğini de… Ama Berrak, Nefes gibi bir kadın değil, belli ki… Nefes’in aksine o, şantaja boyun eğmeyi seçti. Polise değil belki ama Nefes ve Tahir’e gerçeği anlatmayı akıl etseydi ya da buna gücü yetseydi Vedat’ın eline en büyük kozu vermemiş olacaktı.
Berrak’ın Vedat’a yardımı Eyşan’ınki gibi gönüllü değil elbette ve bu da onu yargılamamı engelliyor ama içine düştüğü çukurdan çıkmak adına çırpınmayışı da kafamda bir soru işareti oluşturuyor. Berrak’ın büyük bombayı taşıdığını ve çatışmanın buradan yürüyeceğini tahmin etmiştim. O büyük bomba, Yiğit’in velayetiymiş. Bana sorarsanız Nefes’e verilen ilaçların yarattığı tablo, Vedat’ın hedefine ulaşmasını sağlar ve Vedat, Yiğit’i alır.
Aldığı ilaçlar yüzünden halisünasyonlar görmeye başlayan Nefes’in akıl sağlığıyla ilgili bir soru işareti oluşturmayı planladı, Vedat. Bu, her velayet davasında iş görecek bir yöntem. Nefes’in Tahir’le kâğıt üzerinde de evlenmesi bu sorunu çözmeye yeter mi? Maalesef hayır! Söz konusu olan annenin çocuğa bakamaması değil, annenin akıl sağlığı… Bu da evlilikle aklanabilecek bir durum oluşturmuyor ne yazık ki!
Nefes, Vedat’ın elinden kaçmayı başardığından beri, yarattığı bin türlü belaya rağmen Vedat’ın bu oyunda aldığı sayı yoktu. Öyle ya da böyle puanları Tahir ve dolayısıyla Nefes kazanıyordu. Şimdi Vedat bir maç sayısı alacak gibi. Öyküdeki çatışma ögesinin güçlülüğü adına da bu gerekli. Vedat’ın bu hamlesi Nefes’i yıkar mı? Çok ağır sendeletir ama yıkamaz. Vedat, Yiğit’i kaçırdığında da Nefes’e onunla şantaj yapmıştı. Nefes’in bir an bile evliliği düşünmediğini gördük. Oğlunu yeniden kazanmak için dişini tırnağına takar ama Vedat’la evliliği yine düşünmez.
Vedat’ın yıllardır sistemli olarak uyguladığı işkencelere rağmen Nefes’in inanılmaz bir direnme gücü var. Hiçbir duygu sömürüsü ve şantaj onda işlemiyor. Mustafa’nın kayalıklarda söylediği “Sen Karadeniz’e sığmazsın. Tahir de Karadenizsiz yapamaz, ben ne Tahir’e git diyorum ne de sana kal! Karadeniz (Tahir) yerinde dursun da sen kalıp boğulur musun kaçıp kurtulur musun, o senin bileceğin iş.” ültimatomunun altında yatan “Git!” çağrısından da hiç etkilenmedi. Tahir’i Karadeniz’den koparırsa onun ayakta kalamayacağının pekâlâ farkında ve bunu da Mustafa dedi diye değil, Tahir kaybolmasın diye engelledi; engellerken de Mustafa’nın deyişiyle Karadeniz’de kalıp boğulmayı seçti. Tahir’e “Sen inatsın, ben umudum!” derken ilişkilerinin de dinamiğini ortaya serdi, aslında. Sonuna kadar direnmek Tahir demekse her şeye rağmen pozitif kalabilmek de Nefes olmak demek. Hayatta kalmasını da oğlunu korumasını da Tahir’in “Ben, bu kalın kafamı senin yoluna koymuşum. İster kır, ister dizine yatır.” demesini de sağlayan işte, bu “umut inadı”…
Her ne kadar Nefes, Tahir’e “Ailen olmayacak, memleketin olmayacak, denizin olmayacak. Nefes de sana yâr olmayacak. Bir enkaza sevdalanıyorsun, kıyamıyorum!” dese de Tahir, çoktan sevdalandı bile. Hem de göğsünü gere gere anasına, abisine bütün Karadeniz’e söyleyecek kadar mertçe sevdalandı. Nefes’e “Geberiyorum!” diyecek kadar yiğitçe sevdalandı. Ama beni benden alan, bir kez daha “Tahir olmak zor!” dedirten sevdasını saklamadan, eveleyip gevelemeden kabullenmesi değil. Ben onun “Sevda benim sevdam, sana ne?” deyişindeki o deli yüreğe vuruldum.
“Sevda benim sevdam!”, âşığın sırat köprüsü… Niye mi? Aşkı, nesnesiz kılıyor da ondan… “Ben, seni sevdim; sen de beni seveceksin!” hesapçılığı taşımıyor da ondan, sevileni o duygunun ağırlığından azat ediyor da ondan… “Ben seni sevdim; sen, beni niye sevmedin?” diyen Vedat çirkinliğinin karşısına “Sen beni ister sev ister sevme, ben seni seviyorum!” güzelliğini koyuyor da ondan… Eğer sevginizi bir lütuf gibi görüp de karşı tarafa sunarsanız ondan karşılık da umarsınız. Bahşettiğiniz(!) o yüce duyguyu alıp ona layık olmaya çalışmasını beklersiniz çünkü siz gönül eğmiş ve onu sevme yüceliğini göstermişsinizdir. Bana sorarsanız bu, sıratı geçememiş ve cehennemdesiniz demektir. Sevmiyorsunuz, aslında birinin sizi sevmesi için ona şans tanıyorsunuz demektir. Bu da bencilliğin diğer adıdır. Ammmmmaaaaa “Ben seni seviyorum, senin bu sevdaya hiçbir sorumluluğun yok!” demeyi başarıyorsanız, karşınızdakini değil kendinizi özgürleştiriyorsunuz; cennette sefa sürüyorsunuzdur. O sevgide “ben”i yok etme var çünkü… O sevgide “Sevmek benim seçimim, benden başkasını bağlamaz!” duygusu var çünkü, o sevgide sevdiğine kırılmama, kırmama, hesap kitap yapmama var çünkü…
“Sen, beni sevmesen de ben seviyorum seni!” diyebilmek sevdanın en fedakâr, en saf, en halis biçimi bana göre. Karşılık beklemediğinizden de gönül huzuruyla sevdanızın tadını çıkarıyor; hırçınlaşmıyor, huzursuz etmiyor, can yakmıyorsunuz. Bırakın Vedat gibi sevilmediği için işkence etmeyi, “Benimle yanmana razı değilim!” diyorsunuz. Eh, böyle sevmek için de “Tahir olmak gerek!” elbette… Boşuna demiyor ya Nazım Hikmet:
“Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”
Tahir, Tahirliğinden hiçbir şey kaybetmez de “Bütün iş Tahir ile NEFES olabilmekte yani yürekte…”