YAZAR: Ayça AKMAN 

Yabancı istihbarat örgütlerinin dünya üzerindeki  faaliyetlerini konu eden dizi ve filmleri artık kanıksamış bir bıkkınlıkla seyrederken sıkça aklımdan geçirdiğim şey, bizim neden bu konulara el atmadığımız olurdu hep. Teşkilat dizisiyle ilgili ilk bilgiler gelmeye başladığında “Nihayet!” dediğimi anımsıyorum. Yalnız aksiyon- polisiye- casusluk ekseninde yürüyen projeler hatırı sayılır bir bütçe, detaya özen ve ciddiyet ister ki seyirciye o güç geçebilsin. O sebeple kendi türündeki bu ilk ciddi denemeye dair bazı çekincelerim olduğunu saklayamam. İki saatin sonunda vardığım kanı şu oldu: Çiğnenmemiş patikaya atılan ilk ürkek adım!

Ailesini Almanya’ da bir neo- nazi kundaklamasına kurban vermiş istihbarat çalışanı Serdar Kılıçarslan, odakta görünse de devlet, millet ve vatan için ölmeden ölmeyi göze almış yedi kahramanın öyküsüne bizi ortak etmeye soyunuyor Teşkilat. Devletin bekası için hayati Ay Yıldız projesine dair teknik detaylar düşmanın yani Şirket’in eline geçince Milli İstihbarat’ın tepe ismi, müsteşar yardımcısı Mete Bey’den herkesten gizli, yeraltına çekilmiş gizli bir ekip kurmasını istiyor. Kendilerine teklif gelen, alanlarında uzman, yedi gözü kara çalışan kendi rızalarıyla bu göreve talip oluyorlar, hikâye de böylece başlıyor. Aslında tanıdık, daha önce farklı işlerde gördüğümüz bir ana iskelet var karşımızda ki asıl çatışmayı da o üstleniyor. Ana karakterlerin öldü görünerek perde arkasına çekilmesi, her birinin ailevi ve içsel travmaları, her zaman çalışabilecek bir damardır tabii eğer ince işlenebilir ve duyguyu geçirebilirse ki ilk bölüm bu nokta bana biraz zayıf geldi. İki saatin temposunu da sürükleyiciliğini de beğendim ne var ki aksiyonun olmazsa olmazı, yakın dövüş sahnelerinin büyük bir kısmının bana hiç geçmediğini söylemek zorundayım. Bu, inandırıcılığa ciddi darbe vurmuş benim baktığım yerden, umarım zamanla düzelir. Zayıf bulduğum bir başka nokta da diyaloglar oldu. Daha vurucu, karaktere uygun ve derin olabilir eğer istenirse. Küçük bir kız çocuğu annesine “Ben seninle değil babamla kalmak istiyorum.” cümlesini kurabilir mi? Hiç sanmıyorum. Teknik ve silah – teçhizatla ilgili donanım da  tatmin ediciydi ancak bir parantez açmam şart, ben tam bir teknoloji özürlüyüm. Bu yüzden bu ayağın ne kadar gerçekçi olduğunu işi bilenlere bırakıp ahkam kesmeden hemen kendi güvenli alanıma çekiliyorum.

Müsteşar yardımcısı Mete, teşkilatta otuz yılı devirmiş, oyun kurucu stratejik bir beyin. Eşini kaybettiği haricinde hiçbir bilgi yok elimizde ona dair. Serdar gibi kaç çocuğa devletin şefkatli eli olmuş, kim bilir? “Herkesten ve her şeyden şüphe” onun düsturu. Güvense çok dikkat gerektiren bir duygu; kimseye güvenmez, güvenmesi gerekenlereyse yeterince güvenir. Bir istihbaratçının başına gelebilecek en kötü şeyin yakalanmak olduğunu, asıl bu aşamadan sonra yapayalnız kalındığını bilir. Paranoyaklık normaldir bu meslekte. Çünkü istihbaratçı devlet sırrı saklar; namustur, candan ötedir! İşlerinin sır olmak, asıl kahramanlığın ise hiç yaşamamak olduğunun bilincindedir. Bu yüzden kendisine devleti yaşatacak ancak isimleri hiç bilinmeyecek tarihe gömülecek kahramanlar seçti büyük görev için. Ancak onlar da birer insan ve ölmeden mezara giren bu gönüllülerin sadece işteki başarıları değil iç dünyalarındaki savaşları da önündeki problemlerden biri olacak ona şüphe yok.

İstihbaratın en kalifiye çalışanlarından Serdar, öksüz ve yetim büyümüş. Tüm ailesini hain bir saldırıda kaybedince devlet, Mete Bey eliyle kucak açmış ona. Bu yüzdendir ki onun bir dünyası yok, devleti var. O, küçücük yaşında Mete’yle Türkiye’ye dönmeyi kabul ettiğinde karşılığında tek bir şey istemiş: Ailesini öldüren saldırganların yakalanması! Üzerinden yıllar da geçse belli ki gerçekleşememiş isteği ve bu tutulmayan söz, şimdilik Serdar’ın bitmeyen kâbuslarının yegâne sebebi! Saldırganların geride bıraktığı tek delili, küçük metal bir şeker kutusunu her daim iç cebinde taşıması da bundan, kök salamaması da. Serdar empati kurulması kolay bir karakter çünkü mağdur, iyi tarafta ve yalnız. Ne var ki istihbaratçı kimliğini ben bir seyirci olarak henüz oturtamadım üzerine, galiba biraz zaman gerek. Serdar’ın aşkı, işi de ben, altı aylık sevgilisi Ceren’in ajan olduğunu bilip bilmediğinden hiç emin değilim ve gerçek kısmen ortaya çıktığına göre bundan sonra bu ilişkinin kedi fare oyunu şeklinde tarafların birbirini tartarak ilerleyeceğini tahmin etmek zor değil. Zehra bu oyunda nasıl bir rol oynayacak, işte benim için asıl merak konusu!

Zehra, işkolik bir anne olarak görünüyor uzaktan, bu yüzden eşinden ayrılmış ve yine bu yüzden çoğunlukla yalnız kalan, tek çocuğunun psikolojik tepkileriyle başa çıkmak zorunda. Evet, anne kötü adamları yakalıyor ama bunu küçük bir kız çocuğuna anlatmak o kadar da kolay olmasa gerek. Ne var ki ona hak vermek hiç zor değil, yeter ki baktığınız yer aynı olsun. Vatan söz konusuysa ve her gün yaşayıp şahit olduklarınız yanında günlük hayatın küçük meseleleri çok ama çok basit kalmaya başlarsa seçiminiz nettir çünkü aile de neticede vatan, güvende olduğu müddetçe kaimdir. Zehra çok güçlü bir karakter, yol arkadaşları gibi ama o da yalnız aslında… Vazgeçtiklerine bakıyorum ve elimde hiçbir done olmamasına rağmen geçmişte büyük kayıpları olabileceğini, oluşan boşluğu iş haricinde hiçbir şeyle dolduramadığını hissediyorum tabii ki bunu da ancak zaman gösterecek.

Analiz uzmanı Uzay, kılık değiştirmede yetkin Pınar, Hakkı, Hulki hepsi geride bir şeyler bıraktılar yüreklerinin bir parçasıyla beraber. Henüz hiçbirini derinlemesine tanımadık ama her birinin bana bir seyirci olarak sempatik geldiğini söylemeliyim, karaktere dönüşmelerini dilerim.

Zayed Fadi, Şirket’in adamı, hikâyenin de şimdilik görünen kötüsü. Ben açıkçası bir kötüye ikna olmak için onun kafa kesmek gibi teatral bir eyleme başvurmasına ihtiyaç duyan seyircilerden değilim. Zeki, sofistike ve derinlikli olması yeterli. Ha, düşmanın kafa keseni yok mu, illa ki var ama sonuçta kötünün nasıl verileceği de tercih meselesi saygı duyarım yeter ki ikna olayım. Böyle bir coğrafyada, böyle bir tarihle bize düşman mı yok? Ümit ederim, hiç çekinmeden adları telaffuz edilen düşmanlarla olsun kahramanların savaşları; tıpkı yabancı muadilleri gibi!

Teşkilat’ın dünyasına inanmakta zorlanmadım ve rejiyi beğendim. Zaman zaman film tadındaki aksiyon sahnelerini, sarı filtre kullanımını, geniş açılı yukarıdan ve derin çekimleri sevdim, özenildiği çok belliydi. Ancak daha önce de belirttiğim gibi yakın dövüş sahneleri bana inandırıcılıktan uzak geldi. Müzikler de biraz zayıf ve tekdüzeydi ne yazık ki. Ancak bir Ankaralı olarak siyah – beyaz jeneriği gerçekten beğendiğimi ilave etmezsem haksızlık etmiş olurum. Özel görevler, devlet sırları, casusluk, stratejik oyunlar, olayların perde arkası daima insanların ilgisini çekmiştir. Teşkilat da ekrandaki bu açığı kapamaya soyunduğu için birçok gruptan seyirci bulmakta zorlanmayacaktır kanaatindeyim; yeter ki düşman sahici, olaylar derinlikli ve düşündürücü olsun.

Böyle zor bir zamanda yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık. Yolunun açık, şansının bol olması dileğiyle…

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.