Vuslat, 23. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Elinizde bir puzzle var, biri gelip onu dağıtıyor; yetmiyor, parçaları iyice karıştırıp bir de ters çeviriyor ve üstelik sizin parçalar ters dururken yerlerini bulmanız gerekiyor. Bu hafta, bölümü izledikten sonra yaşadığım duygu tam da bu. Şu anda da parçalar bana, ben onlara bakıp düşünüyorum. Nerden başlamalı, nasıl birleştirmeli?
Vuslat, baştan beri Aziz’in ‘yolculuğunun’ hikâyesi. Onu visale erdirecek yolun neresinde, kestirmek bizim işimiz değil; sadece izliyor ve ‘yılan’larıyla nasıl başa çıkacağını görmeye çalışıyoruz. Aziz’in yolu çok çetin ve zaman zaman dayanamama noktasına geldiği de açık. Bu hafta, iç sesini dinledik, uzun uzun. Hücrelerim acıyor, dedi; boğazımda düğümleniyor yaşam, dedi; şaşkınlık içinde hayat denilen sürecin kaypak ve yalan zemininde, bu emanetin neden beni bulduğunu sorup duruyorum, dedi. Belli ki canı yanıyor, belli ki sığamıyor yeryüzüne ve belli ki kendine bile tahammül edemediği bu yerden kaçmak istiyor. “Elem neşrahleke sadrek”le tutunmaya çalıştı, yeryüzüne. Her güçlükle birlikte mutlaka bir kolaylığın olduğunu bildiren İnşirah suresinden bir ayet “Elem neşrahleke sadrek”. Mekke’de putperestlerin baskısı yüzünden sıkıntı çeken Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara teselli ve ümit vaat eden bir sure, İnşirah. Aziz’in sessiz çığlığında geçen “Kehf Ashabı” da Allah inancına sırt çevirip putperestliğe saplanan kavimlerini terk ederek şehirden ayrılan ve bir mağaraya sığınan genç insanların hikâyesi. Bence ikisi de Aziz’in durduğu yerin işareti. Baskı ve zulümden yılmış, kaçıp saklanmak isteyen bir adam o, şu anda. Gel gör ki yattığı ölüm uykusundan Feride’den uzak kalamadığı için uyanan da aynı Aziz. Uyandığı andan beri de Feride’yi kendi rızasıyla kendinden öteye savuran da o. Şu anda yolunu kaybeden adam, o. Yolunu kaybetti çünkü “rehber”inden uzak düştü. Havayı anlatırken ne dedi Salih Baba: “Kişi kendi içinde sıkışıp kaldığında yeryüzü dar gelir. Cevaplanmamış, cevaplanmışsa da kalbi tatmin olmamışsa insan, işte o zaman kendi içinde sıkışıp kalır. İşte o zaman sonsuzluğa uçmak ister. Ama başaramayınca kendi aklının, kendi kendinin, nefsinin hapishanesine düşer.” Onun rehberi, Salih Baba ve Feride gibi onu da kendinden uzak edince kaçınılmaz olan gerçekleşti. Kendini nefsinin hapishanesinde buluverdi. Gönül gözü kapandı ve “O sonsuz olan gönül gözünün iki nurundan mahrum kalmak, seni perişan etmektedir. Kendine gel ve onları koru.” öğüdünü de işitemedi.
Dünyaya yeniden gözlerini açtığında yaptığı planı, her itiraza kulak tıkayarak sürdürmekte kararlı, Aziz. Geçen hafta yazımda “Altan, Aziz’in aklı; Sultan, vicdanı; Feride, gönlü ve Salih Baba ruhu” demiştim. Akıl sürekli yanlış yaptığını söylüyor ona, vicdan rahatsız ve açıkça tepki veriyor; gönül yıkık, paramparça ve “ruhun sözcüsü” sonunda karşısına dikilip “Eğri yoldan doğru yere varılmaz!” deyiverdi. Evet, işin özü tam da bu! Amaç iyi, hedef doğru ama Aziz’in yolu külliyen yanlış. Akıl, gönül, vicdan, üçü de aynı şeyden rahatsızsa o yol, yol değildir ve o zaman ruhunu da kaybeder insan. Nitekim, Salih Baba’dan uzak Aziz’in ruhu da kayıp, o kadar kayıp ki çarkıfelek bile dönmeyi reddetti. Şu anda Aziz nefsine teslim olmuş, benliğinin emirlerini yerine getirmekte olan bir kukla. Girdiği oyunda yenilse de galip de çıksa kayıpta olacak, maalesef. Asıl hatayı oyunun amacında yaptı çünkü. Nehir, babası ve adını bilemediği başka rakiplerle mücadele için yola çıkarken Aziz’in “mağlup edilemez” anlamını öğretme kararındaydı. “Ben” diyordu nefis, o anda. “Ben varım ve sen beni doyurmak zorundasın!” Onun kölesi olan Aziz, temiz kirli düşünmeden yalan ve düzen dolu bir oyun kurdu. Başkalarının duygularını incitmesini geçtim ama kendini cehenneme atacak bir plandı, bu ve yaşadığı acıya bakınca nefsini susturmak bir yana kendini bütünüyle cehenneme atmış görünüyor. Babası, Nehir, Kerem ve diğerleri elbette durdurulmalıydı ama Aziz bunu “yenilmezliğini” kanıtlamak için değil adının “mukaddes, veli ve sevgili” anlamlarının hakkını vermek için yapmalıydı.
Aziz’in hatalı kararı Feride’nin sabır imtihanı oldu. Baştan beri yüreği kanasa da sessizce sabrediyor o. Abdullah Efendi’nin “Allah, sabredenlerle beraberdir.” öğüdü uyarınca içine söylüyor, ne var ne yoksa. Etrafındaki tuhaflıklar hele hele Emine’nin tavrı, görünenin ardındaki görünmeyenden şüphelendirdi onu ve kendi kendine “Aziz sen ne oyun oynuyorsun?” dedi ama Nehir’in bodoslama üstüne gelmesine rağmen kenara çekilip beklemeyi yeğliyor. O, Aziz’e inanmış ve o inanca da sarılmıştı. Bu onu daha ne kadar korur bilinmez fakat varlığının Nehir için tehlike olmasının da keyfini sürüyor gibi. Onun varlığı sadece Nehir için değil Tahsin için de kaygı nedeni olmaya başladı. Aziz’in geçmişi hatırlamadığı düşüncesiyle rahatlayıp temkini elden bıraktığından beri Tahsin Korkmazer, hata üstüne hata yapıyor. “İnsan, yaşattığını yaşamadan ölmez.” düsturu gereği ben, yaşayacaklarını ellerimi ovuşturarak izleyeceğim günleri özlemle bekliyorum. Hasibe’den aldıkları neydi ve onu ne kadar kurtardı bilemiyoruz ama şimdi peşinde bir de Çakal Necmi var.
Geçmişi karanlık bir adam Çakal Necmi ve ailesinin katledildiğini de biliyoruz. Sürdüğü iz, onu Tahsin’in adamı Ali’ye kadar götürdü fakat işin ilginç tarafı Tekin’in bu masadaki yeri. Salih Baba ve Çakal Necmi’nin sırlarının bir kısmına vakıf Tekin ve bugüne dek hiç konuşmadan söyleneni yaparak onların yanında yer aldı oysa Ali Bey’in şaşkınlığına ve “Bu çocuk niye seninle birlikte?” sorusuna bakınca üstüne üstlük Çakal Necmi’nin “Tekin’i açık ettik!” hayıflanmasını duyunca işlerin bu noktada da çatallandığını düşünüyorum. Muhtemelen Tekin’in ya da ailesinin geçmişi de gelip büyük “sorular” yumağına bağlanacak.
Hasibe ve Tahsin’in mahallede buluşmaları, üç tanık doğurdu: Aziz, Feride ve Fırat. Aziz, gördüklerinin altındakini anlamaya en yakın isim. Babasının karanlık geçmişini bir nebze de olsa biliyor o ama oraya dair hangi ipin ucunu çekerse kendi etrafına dolanıp kördüğüm oluyor. Salih Baba ve Abdullah Efendi yakınındayken anlamlandıramasa da onlar sayesinde çözebildikleri oluyordu. Şimdi en başa döndü ve sorularına sorular ekleyip duruyor. Abdullah Efendi’nin meşhur kol düğmelerini Aziz’e vereceğini tahmin etmiştim, verdi de ama Aziz o kol düğmelerinin anlamını kendi Araf günlerinde aramakta ve asıl hedefi de kaçırmakta şu an. Daha önce kasalara ulaşmasını sağlayan saat ve kutunun niye parçalanmış hâlde dönüp dolaşıp ona geldiği ise yine tam bir muamma ama o noktada benim dikkatimi çeken bir detay var: Abdullah Efendi’nin gözünden, geçmiş anlatılınca öğrendik ki o kutu ve saati Abdullah Efendi’ye teslim eden Altan. Şimdi, bizim Abdullah Efendi şu ana dek Salih Baba dahil hiç kimseyle doğrudan sözlü iletişim kurmuş adam değil. Yani Altan’a gidip de “Sende bir emanetim var, onu bana ver!” diyecek adam değil. O sadece gider durur, bekler ya da ihtiyacı olanı kendisi alır. Bu durumda Altan onların Abdullah Efendi’ye verilmesi gerektiğini bir biçimde biliyordu. Altan’ın ne Abdullah Efendi ile ne de Salih baba ile bilinen bir bağlantısının olmadığını da geçmişten biliyoruz. Ya Aziz komadayken Altan cephesinde bir şeyler değişti ya da Altan’ın da bizim hiç görmediğimiz bir yüzü var.
Hasibe ve Tahsin buluşmasının bir diğer tanığı da Fırat. Koşulsuz bağlı olduğu Kerem’in, kardeşini kandırdığını düşündüğü andan beri onun dünyasında deprem deprem üstüne oluyor. Kerem’e itaati biterken Tahsin’in ağına düştü. Bütün bunlara sebep olduğunu düşündüğü ablasını, düşman bellerken annesinin karıştırdıklarına şahit oldu ve bir kolundan Kerem’in diğerinden Tahsin çekiştirdiği bezden bebek gibi savrulup duruyordu ortalıkta. Ancak Fırat, eski Fırat değil; yeni yetmeliğin deli çağını hapiste tamamlamış ve başka bir adam olarak oradan çıkmış. Tahsin’e de Kerem’e de açıkça karşı çıkmasa da “Ben bu oyunda yokum!” kararını aldı. Anlaşılan o da kendi planını oluşturup iz sürmeye başlayacak. Ancak kabul edelim ki Fırat bütün cesaretine, ataklığına ve inadına karşın plan, düzen adamı değil; eylem insanı. Kendi başına çözmeye kalkışacağı her şeyi iyice karıştıracağı da aşikâr ama o ortalığı yıkıp dökerken ortaya saçılanlar Aziz veya Kerem’in işine yarayabilir, umudu taşıyorum. Bu arada hakkını teslim etmezsem olmaz. İki bölümdür Baran Bölükbaşı sahnelerini ayrı bir zevkle izliyorum ben. İlk işinden beri oyunculuğunun takipçisi olduğum isimlerden biri, o. Hani minik bir tomurcuğun giderek olgunlaşıp açması gibi özellikle son iki bölümdür yürekten alkışladığım sahnelere imza atıyor. Hele bu hafta Ümit Kantarcılar’la bilardo masasındaki sekansa bir ayrı bayıldım. Her ne kadar araya giren reklam sahnenin canına çok fena okuduysa da duygusuyla, çekimiyle, oyunculuklarıyla enfes bir detaydı benim için. Ümit Kantarcılar, Kerem’de harikalar yaratıyor. Her mimiğiyle, her bakışıyla ve her jestiyle Kerem’i oya gibi işliyor. Çok orijinal bir fikirle kaleme alınmış ve bir o kadar harika çekilmiş, o bilardo sekansı da benim için Kerem & Fırat valsi gibiydi.
Bu hafta ortaya çıkan detaylardan biri de Perihan’ın ölümüyle ilgili. İlk andan beri Aziz’in annesinin ölümüne tepkisizliği şaşırtıyordu beni. Altan “Ben söyledim.” dese de bu haber karşısında onun kabrine gitmek ve bir anlamda orada yemin etmek dışında bir duygusunu görmedik Aziz’in. Oysa bu hafta cep telefonundaki mesajı görünce kafamda bir soru işareti belirdi. Perihan Hanım’ın ölmeden önce komadaki oğluna attığı mesajda “Senden sadece beni affetmeni istiyorum.” yazdığını gördük. O zaman bu ölüm, bilinçli bir tercih mi yani Perihan Hanım hayatını kendi mi sonlandırdı, diye düşünmeden edemiyorum. Tahsin’in ölen karısını umursamasını zaten beklemiyorum da Sultan bu detaydan haberdar mı ve bu durum Aziz’le ilgili neleri değiştirir, bilemiyorum.
Öğrendiğimiz bir başka ayrıntı da kuyuya düşüp öldüğünü sandığımız Fırat Korkmazer’in ölümünün Salih Baba ile bağlantısı oldu. Salih Baba onun ölümünden sorumlu tutuyor kendisini. Onu Korkmazerlere bağlayan sadece bu mu yoksa sadece zincirin bir halkası mı bilemiyoruz ama minik Fırat’ın ölümü de diğer pek çok olay gibi sırlar yumağında dolaşık bir küçük ip gibi duruyor.
Aziz, kendisiyle konuşurken “İçimden hayatlar geçiyor. Hayatların içinden geçiyorum.” dedi ya; bölüm bittiğinde benim hissiyatım da tam olarak bu. Hayatların içinden geçmekle kalmıyor, hayatın içine dalıyorum kendimce. Feride ve Aziz’in içinden geçip Sinem’in gönlüne gömülüyorum. Kendime ayna tutup kendimle hesaplaşmaya girişiyorum ve sanırım en çok da bu yüzden seviyorum, ben Vuslat’ı. Üstümden akıp geçmediği, gelip gönlüme kurulduğu için vesile olan herkese yürekten teşekkürler.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisine en ağır yükü sırtlayan herkesin eline, emeğine sağlık.