Yazar: Sinem ÖZCAN

Geçen hafta Göcek’te Fitnat’ın gazabından arkalarına bile bakmadan kaçan Ezgi ve Özgür’de bırakmıştık bölümü. Onlar Göcek koylarının keyfini çıkarırken İstanbul’da Ezgi’nin gözetim memurları, “Ben demiştim, ben uyarmıştım, ben, ben, ben…” krizleri eşliğinde “Ay, gidelim de biraz Göcek’te huzur kaçıralım!” moduna girince işler, bir kat daha karıştı.

Geçen bölüm, beni Özgür hafiften kızdırdıydı bu hafta, görevi Cansu ve Deniz’e devretti. Göcek sahnelerini dudaklarım fiyonk izlerken kamera Ezgi’nin sorgu meleklerine döndü mü tansiyonum bi’ yükseldi, doğrusu. Rahmetli babaannem böylesine “Kendi gözündeki merteği görmez, âlemin gözündeki çöpe bakar!” derdi. Gel de kadına rahmet okuma! Biri, sırf “doktor” diye bir şekilde kafaladığı adamı elinde tutma derdinde, diğeri “kadın olmayı” liseli ergen gibi erkeklerle didişip laf sokmak zanneden huysuz ve çekilmez bir hatun kişi. İnsan bi’ döner kendine bakar da sonra pek sevdiği arkadaşını kollamaya kalkar. Hayır “Bu kız, bunu bizden niye gizledi?” diye de bir an düşünmüyorlar ya, asıl ona delirdim. Valla Ezgi, Allah sana sabır versin güzel kızım; benim böyle iki dostum olsa kendime başka dert aramam. Hadi Cansu’nun zavallılığını yine bir tık anlamaya çalışıyorum da bu hafta Deniz beni gerim gerim gerdi. Hayır, yurdum insanı zaten iş güç sahibi, ayakları üstünde tek başına duran kadına hakaret amaçlı (!) “feminist” damgası vurur, Deniz sayesinde feministlik iyice itici hâle geldi. Anladık kardeşim, birinden darbe yedin tamam da yaş olmuş bilmem kaç; işin var, gücün var, iyi kötü eşin dostun var. N’oluyoruz yani? Gözünüzü seveyim şu kadını çıplak ayak bi’ toprağa filan bastırın da elektriği boşalsın, yoksa garibim Ozan’ın beynini sıyıra sıyıra yer bu, bak benden söylemesi.

Onlar kendilerini Göcek yollarına atadursun Ezgi ve Özgür de art arda gelen dalgalarla ıssız adanın koynuna kondular. Hayatın onlara öğreteceği ders, galiba: “Her şey zıddıyla var olur!” Çevrelerindeki herkesi aradan çekip aldığınızda hayata ve olaylara bakışları tamamen farklı iki insan kalıyor, geriye. Farklılar ama bu tezat, bir çeşitliliğe ve bir rengârenkliğe dönüyor ve ortaya kaos değil, tuhaf bir bütünlük çıkıyor. Ezgi de Özgür de şu an o bütünü görmekten çok uzak çünkü henüz kendileri için istek – ihtiyaç ayrımını yapmış değiller.

Ezgi; çok sevileceği, üç çocuğuyla musmutlu yaşayacağı bir yuva istiyor oysa ihtiyacı, onu “olduğu gibi” sevecek bir adam. Özgür; şimdiye kadar olduğu gibi günlük, yüzeysel ve elbette “yara almadan” sürdürebileceği ilişkiler istiyor ama gerçekte maskesini çıkarıp yanında nefes alabileceği, gülüp konuşabileceği, kelimenin tam anlamıyla “samimi” bir ilişkiye ihtiyacı var. Şimdilik “istek”lerine göre davranıp “ihtiyaç”larını görmezden geldikleri için de “zıtlarıyla var olma”yı akıl etmiyorlar. İşte, tam da bu noktada Ezgi’nin çantası benim için çok hoş bir metafor oluşturdu. O küçücük çantanın içinde ıvır zıvır gibi görünen her şey, aslında Özgür’ün bir ihtiyacını karşılamakta. Yani yükselip baktığınızda onun o minicik çantası da o ufacık cüssedeki yüreği kadar “geniş” aslında. Özgür’ün de pansuman malzemelerini yanına alması, suda batmayan anahtarlık taktırması o ihtiyaçların karşılıksız kalmayacağının cevabı oldu. Biliyorum, bu detayla biz kadınların çantaya dünyamızı sokuşturma çabamıza, bir çengel atılmış ama ortaya çıkan bence çok çok anlamlı olmuş.

Şimdiii, uzaktan uzaktan kulağıma geliyor: İyi de ıssız adaya düşmeleri de başlarına gelenler de Ezgi’nin fevriliğinin sonucuydu, itirazlarınız. Haklısınız da ama bana sorarsanız orada da bambaşka bir tablo var: Ezgi, Özgür’ün yanında frensiz ve alabildiğine rahat. Yıllardır erkeklere karşı sürekli alttan alan, onlar için yaşayan kadın; hepsinin acısını Özgür’den çıkarıyor, farkına bile varmadan. İlk kez “ben” diyor, ilk kez “benim için” diyor, ilk kez kendini ön plana alıyor. İçten içe biliyor ki Özgür onu incitmez, kırmaz ve kullanmaz. Bütün çocuksu şımarıklığıyla kendini hiç sınırlamıyor ve ruhunu özgür bırakıyor çünkü Özgür, onun etkilemeye, elde etmeye çalıştığı adam değil; Ezgi için o, şu anda yanlış erkeklerin sembolü ve hepsine ödetilecek bedeller toptan onun hesabına yazılabilir. Yazılabilir ama korkusunu, endişesini, paniğini de onun “Ben sana bir şey olmasına izin vermem!” cümlesi dindirir ancak. Hiç duymadığı bir cümle bu Ezgi’nin. Ailesinin, dostlarının onu koruyup kollayacağını bilse de bir erkeğin gölgesine sığınmak onun için yepyeni bir duygu ve Deniz’in itici “Ben tek başıma varım!” tavrına karşılık Ezgi’nin bu duyguya çok ihtiyacı var. Bir erkeğe sığınmaya değil, onun için önemli olmaya çok ihtiyacı var.

Ezgi’nin anahtarları suya atmasıyla başlayan o müthiş kaosa dönüp bütün hâlinde baktığımda Özgür’le ilgili yepyeni bir detayı da fark ettim. Bütün yüzeysel – miş gibi görünme çabasının altında Özgür özünde çok kibar ve zarif bir adam. Öfkeden çıldırdığı, çaresiz kaldığı anlarda dahi Ezgi’ye hitaplarında “lütfen” i düşürmedi dilinden. Ezgi’nin tüm çemkirmelerinde alaycılığa başvursa da ağzından çıkanlarda incitici tek bir sözü bile yok. Onun korkusuyla da alay etmedi, onu bu yüzden de suçlamadı ve sadece “Sana bir şey olmasına izin vermem!” dedi. Aslında o anda yanındaki Ezgi değil, Deniz bile olsa tavrı farklı olmayacaktı. Bütün deli doluluğuna karşın o iyi bir aileden gelen, doğru yetiştirilmiş, nazik ve aslında yumuşak huylu, uysal bir adam. Ezgi’nin şu ana dek karşısına çıkan Bay Yanlış’lardan en büyük farkı da komplekssiz, egosuz ve kendisiyle barışık olması.

Özgür; arkadaş, aile ve hatta komşu ilişkilerine bakınca tam bir “gönül adamı”. Sorumlu, sevgi dolu ve içten; bu alanın dışına çıkınca farklılaşıyor. Kadınları, hayatında ve beyninde bir yere koymuş ve oradaki Özgür başka. Ezgi, artık fiziksel olarak onun “yakın çevre” alanının zaten içinde ve bu nedenle onu kadın gibi düşünmüyor, zararsız platformda görüyor ve onun için de ilk andan beri ona karşı gardını indirdi. Bu güvenle Ezgi’nin ailesiyle de ilk ilişkiyi rahatça kurdu ve fakat başına gelenin henüz farkında değil.

Özgür ilk darbeyi suda yakınlaştıkları anda hissetti. Ezgi’nin komşu, arkadaş değil de bir kadın olduğu gerçeği suratına çarptı ve o an “alay” zırhına alelacele bürünerek “Bana âşık olmayasın diye seni öpmedim” deyip itinayla dümeni kırdı. Şu an olayı, aklıyla kontrol edebiliyor. Ezgi’yle yakınlığının arkadaşça olduğuna inanmak istiyor ve bu konuda çok samimi, öyle sanıyor daha doğrusu kendini böyle kandırıyor; henüz kendini kaybetmedi ama kaybedecek, kumdan kalesi bu dalgalara dayanamaz; dayanamaz ama Özgür de bunu kolayına kabullenemez ve aklıyla tekrar olayı kontrole almaya çalışacak ve hatta bir süreliğine de başaracaktır. Umarım bu süreç Ezgi’nin yeni yeni emeklemeye başlayan öz güveni için yıkıcı olmadan çözülür.

Ezgi, Özgür’ün içindeki o sevimli çocuğu dışarı çıkarıyor. Sadece konuşabildiği kadın değil o; “sevgilicilik” oynadığı, dalga geçebildiği, gölge oyununda dil çıkarabildiği bir arkadaş aynı zamanda ve onun yanında keyfi yerinde. Kafasını karıştırıp huzurunu kaçıran, Ezgi’nin onu çözmeye çalıştığı ya da plansızca yakınlaştıkları anlar. Orada da çareyi işi dalgaya vurup atmosferden sıyrılmakta buluyor. Ancak ilk kez Ezgi “Serdar gibi mükemmel bir alternatifim varken sana bakacak değilim.” dediğinde işi sulandırıp kaçamadı ve ardından Ebru’nun, Ezgi’ye teşekkür konuşması da ilk ciddi sorgulaması oldu. Ebru’nun ağzından çıkanlara göre Ezgi’yi kafasında konumlandırdı ve zihnine bir kanca saplandı. Son dakikada Serdar’ın yeniden sahneye çıkışı Özgür’e tutunacak ip olur ve kendini bir süreliğine geri çekmeyi başarır ama geliyor, gelmekte olan; ne diyeyim?

Bu haftanın en güzel yeri, bence kulübedeki sekanstı. “Gölge oyunu” uzun zamandır izlediğim en doğal ve keyifli sahnelerden biriydi. Özge Gürel ve Can Yaman’ın çok iyi bir senkronu vardı. Sahneden kendileri de çok keyif almış olmalılar ki beden dillerine de tavırlarına da o çocuksu eğlence bütünüyle yansıdı.

Özge Gürel’i, Cansu ve Deniz’le yaptığı konuşmada ve özellikle o konuşmanın bitiminde “Acaba Özgür’den etkileniyor muyum?” sorgulamasında çok sevdim. O anlık duygu geçişi, çok yerli yerinde geldi ve dozajı iyi ayarlanmıştı ama itiraf ediyorum bu bölüm ben onu en çok sakarlık yaptıkça agresifleşip çemkiren, üste çıkıp bundan da keyif alan Ezgi’de daha çok sevdim. Ezgi’nin o hınzır ama sevimli asabiyetini de kaprislerini de çok iyi sırtladı ve iyi taşıdı.

Sevgili Can, benim için hep biraz da “bakışları” olmuştur. Her tür duyguyu gözlerine alıp, çevirip en çarpıcı şekliyle bakışa döker. Özgür’de dikkatimi çeken; o bakışları şimdilik biraz geri çekip görevi, dudak ve ağız mimiklerine yüklemesi oldu. Özgür’ün hareketli ve canlı yapısında, hele hele de kendini kapamaya bu kadar özen gösterirken bakışların daha geride kalması şarttı ve bunun alternatifini de çok iyi yakalamış. Hele Ezgi’nin “Serdar varken sana bakacak değilim!” dediği anda yüzünde ve ağzında beliren o anlık ifadeler enfesti. Özgür’ün kafası karışmıştı; Serdar ona rakip olur mu olmaz mı hesabı yapıyordu, bir yandan o söze verilecek cevabı yoktu ve yüzüyle “kem küm” ediyordu; öte taraftan ilk kez tercih edilmeyen adam olmak da gururuna bir fiske vurmuştu, üstelik kadın olarak önemsemediği(!) Ezgi’den gelen bu cümle onu neden rahatsız etmişti, anlamıyordu. Ebru’nun kınasını organize eden Ezgi’yi izlerken de benzeri bir duygu yumağını yine sadece yüzündeki ifadeyle çok ama çok etkili koydu ortaya. Biraz gururlanma, biraz minnet, biraz gördüğünü beğenme ama en çok da “İyi ki Ezgi’yi seçip getirmişim.” övünmesi yüzünden dalgalanıp geçiverdi. Anlık bir ifadeyle, bir minik mimikle ve yüzünün bir anda şekil değiştirmesiyle bir sürü duyguyu paket edip sundu, her iki sahnede de ve ben yine keyifle alkışladım. Emeklerine, aklına ve yüreğine sağlık güzel adam!

Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan herkesin emeklerine teşekkürler…

 

 

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.