Bay Yanlış, 7. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Bana Bay Yanlış’ın bu bölümünü tek kelime ile özetle deseniz lafı hiç gevelemez ve tango der, geçerim. Tangoyla ilgili söylenecek ne varsa Özgür hepsini tek tek çok da güzel dillendirdi ama ben işin bambaşka bir boyutundayım: Özgür – Ezgi ilişkisi, bir tango; Özgür, başlı başına bir tango; Ezgi ve hayatına girip çıkan bütün o “yanlış adamlar” bir tango ve hatta zorlarsam Deniz ve Ozan bile bir tango…
Özgür, tangoyu anlatırken iki detayı aradı benim kulaklarım. Es geçti, belki bilerek belki bilmeden: biri “kırmızı” diğeri de “baş kaldırı”. Evet, tango “Uslu çocukların dansı değildir!” Belki de ondan Özgür’e bu kadar yakışması ve onun ruhuna tam oturması. Veeee… Tango, kırmızıdır. Tutku, hüzün ve kırmızının dansıdır. İçindeki enerji de aksiyon da ateş de tutku da hep kırmızıdan gelir; kırmızıya boyar, kıpkırmızı hissettirir.
Ezgi ve Özgür de sadece dans sahnelerinde değil, bölüm boyunca kırmızının her tonunda gezindi durdu. Bugüne dek birbirlerine ufak dokunuşlarla değip değip kaçıyor, sonra uzak duruyor, yeniden yaklaşıp dokunuyorlardı birbirlerine ama bu kez dokunuşlara ısrar geldi, ayrılmalar kısaldı ve hatta roller anlık olarak değişti. Özgür, beyaz bayrağı sallarken Ezgi onunla ilişkisinde kontrolü ele alıp Özgür’leşiyor. Söz ve davranışlarına yine eskisi gibi kalpten bir çığlıkla başlıyor ama ardından hiç farkına varmadan oyunun kurallarını uyguluyor. “İlişki koçu”na itaatkâr ama Özgür’e içten içe isyankâr bir kadın oluyor.
Aslında, Ezgi erkeklerle ilişkilerinde ilk günden beri hep aynı profili çiziyordu. O, karşısındaki erkekten hoşlandığı an, hatta bunun ilk işareti geldiğinde kendini koşa koşa aşkın arabesk dehlizlerine savuran bir kadın. Nitekim, Göcek’teki çiçek hatırasını özenle kutuya yerleştirerek yeni bir dehlizin işaret oklarını bize göstermişti. Ancak Özgür’le ilişkisinde hiç farkına varmadan yüreği, ona bambaşka bir yolu aydınlatıyor. İçten içe biliyor ki uçarı bir adamı sızlanarak duygusal kadın tripleriyle yakalayamaz. Haaaa, ara ara bunu denemiyor mu, deniyor. Özgür’ü ona tango öğretmesi için “duygu sömürüsü”yle iknaya çabalamadı mı çabaladı ama “5 saniye kuralı”nın sökmediğini gördüğü anda o “klasik kadın”a yol verip tamamen sezgisel olarak doğru taktiği buluyor. Bunu da plansız programsız yapıyor. Üstelik onu ikna ettiği anda da artık hiç nazlanmadan, onu ve kendini daraltmadan ve kendisi de çok eğlenerek oyuna dahil oluyor. Aslında ikisi de henüz farkında değil ama onlarınki “yormayan bir ilişki”. Âna göre, an neyi gerektiriyorsa ve geçmişi geleceği hesaplamadan bir güzelliği yaşıyorlar. Hemen aklıma, unutulmaz Kadın Kokusu (Scent of a Woman) filminin repliği geliyor: Bazı insanlar, bir dakika içinde koca bir hayatı yaşar. Özgür’ün “carpe diem” tarzına birebir oturan ve onunla anın bütün tutkusunu, keyfini ve doğallığını yaşayan bir Ezgi var, karşımızda ve şurası da hiç inkâr edilemez ki plana, taktiğe ve liseli kız aşk triplerine boş verdiğinde çok özel bir baştan çıkarıcılığı olan, inanılmaz etkileyici, kıpkırmızı bir kadın oluyor, Ezgi. O kadının Özgür’e dokunup dokunup geri kaçması da Özgür’ü duygularına teslim olup ellerini havaya kaldırmaya yaklaştırıyor.
Geçen bölüm, Yeşim’i Özgür’ün terasında görene kadar Ezgi, yemeğe gitmek istemeyerek Serdar’ı zaten gözden çıkarmıştı. Kollarını koala gibi Özgür’ün boynuna dolayan Yeşim, Ezgi’nin kadınsal içgüdülerini ayağa kaldırdı. Hem içindeki kıskançlığın sesini duymamak hem de özgüvenli Ezgi olmak adına Serdar’a kendini ispatlama derdine düşüp “tango” meselesini yeniden ısıttı. Aslına bakarsanız tango işi Özgür’ün de “gökte arayıp yerde bulduğu” nimetti.
Özgür, kadınlarla ilişkilerinde ısrarcı bir tip değil, buna hiç gerek de duymamış. “Gerçek Özgür’”ü anlatmak için gereken sözcük, haftalardır gözümün önünde duruyormuş ama ancak bu bölüm, beynimdeki ampul yandı: La Gabbia*. Özgür’ün mekânı, Özgür’ün ruhu aslında. O geçmişinde ne yaşadıysa kendini kadınlara karşı bir “kafes”e kapamış. Canı istediğinde kafesin aralıklarından kadınlara uzanması, o kadınlara yetiyor da artıyor bile. O yüzden de ısrara, peşinden koşmalara şimdiye kadar hiç gerek görmemiş. Kadınlarla birlikteyken bedeni, anlık olarak kafesten çıksa da ruhu hep içerde. Şimdi karşısına bir “kırmızı” kadın geliyor ve onu kafesinden çıkmaya zorluyor. Özgür’se bir yandan dışarı çıkmaya korkuyor öte yandan da gerçekten “Özgür” hissediyor, kendini. İşte, Ezgi’nin bir başka erkekten dans dersi alacağını öğrendiği anda “Özgür” olmanın sesine kayıtsız kalamayıp ona tango öğretmek için “ısrarcı” oldu. Belki de hayatında ilk kez bir kadına istediğini yaptırmak için diretti. Yetmedi, onun Serdar’la dans etmesini de “İyi değilsin!” deyip Ezgi’nin özgüvenini sallamak pahasına engelledi. Aslına bakarsanız “sahte” sevgililiği sürdürme kararıyla ruhunun sesini dinlemeye başlayıp mantığını kafese kilitlemişti.
Bu arada, “sahte sevgililik” meselesinin vardığı nokta bana annelere de yakından bakma fırsatı sundu. Ezgi’nin annesi, kızını doğal olarak korumak istiyor. Kızına kartlarını dürüstçe açıyor, düşündüklerini de doğrudan söylüyor. Evet, ısrarcı; evet, baskıcı ama kızını koruma derdinde ve başka bir niyeti de yok. Ama Özgür’ün annesi Sevim Hanım aynı samimiyet ve dürüstlükte değil. Evet, o da oğlunu korumak istiyor – du. “- du” diyorum çünkü bir basamak yukarı zıpladı, oğlunu sahiplenme ve yönetme duygusuna ulaştı. Üstelik şu an yönetme duygusu çok daha baskın. Özgür’ü kendi karasularında tutabilmek adına, aslında hiç hoşlanmadığı Fitnat’a ve onun kendine has tuzaklarına başvuruyor ve bir anlamda Fitnat’ın tuzağının ağlarını da Sevim Hanım örüyor. Özgür’ü kontrol etme uğruna, kendi kontrolünü kaybediyor; saçma ve dengesiz düşüncelere bile paye veriyor. Evladını koruma güdüsünü anlarım, buna saygı da duyarım, yöntemlerini onaylamasam da hoş görürüm ama evladı bile olsa bir başka “insan”ı yönetme arzusu ve baskısına hiç tahammülüm yok! İşte, tam da bu yüzden “Üzgünüm ama benimle değilsin, Sevim Atasoy!”
Yiğidi öldür ama hakkını teslim et, derler ya ben de Sevim Hanım’ın tarzından zerre hoşlanmasam da Özgür kadar “doğru” bir adam yetiştirdiği için onu kutlamak zorundayım. Bu bölüm, gözümüzün önüne son derece net serildi ki baştan beri bize “doğru” diye gösterilen adamlar yanlış, “yanlış” diye damgalanan Özgür’se doğruymuş. Cansu ve Deniz’in Serdar’a yapıştırdıkları “Bay Doğru” yaldızı patır patır dökülürken sadece onun değil, Soner’in ve konu dışı da olsa Levent’in asıl “Bay Yanlış”lar olduğunu tartışmasız gördük. Cansu’ya “geyşa” rolü biçen Levent, istediği olmayınca saldırganlaşan Soner ve Ezgi’ye “yara bandı” muamelesi yapan Serdar’ın karşısında baştan beri sadece Ezgi’ye değil bütün kadınlara karşı kibarlığı elden bırakmayan bir Özgür vardı. Bir önceki bölümde “Ha, yani sen o kadınların uzağından bile geçemezsin mi diyorsun bana?” diyen Ezgi’ye “Ben asla bu kabalığı yapmam” cevabı veren adam, bu hafta da Soner’e çaktığı yumrukla yüreğimdeki en büyük köşke gelip kuruldu. Soner’in Ezgi’ye uyguladığı şiddete tepki veren Özgür’de ben “sevdiği kadını kıskanan” adamı hiç görmedim. Aksine, oradaki Gizem de İrem de Deniz de hatta hiç tanımadığı bir kadın da olsa o yumruğu çakardı, Özgür. Çok rica edeceğim şimdi bana “O da bir şiddet ama…” “Özgür de şiddet uyguladı” gibi itirazlarla kimse gelmesin. Sizi bilemem ama benim kitabımda “kısasa kısas” kuralı geçerlidir. Birine sırf senden zayıf diye şiddet uygulamakta sakınca görmüyorsan senden güçlüden gelecek yumruğu da yersin! Ayrıca kadını aşağılayan bir adama da “Gel birader! Bir çocukluğuna inelim, senin bakalım. Anlat hele!” olgunluğunda filan da değilim, ben. O yüzden de “Helal olsun Özgür! Gel alnından öpcem!” diyorum.
Soner’e itinayla yerleştirdiği yumruk, Özgür’ün damarlarındaki tutkunun dışavurumu. O, sadece konu “aşk” olduğunda değil; tango yaparken de hak edene hak ettiğini verirken de ailesinde bağlılığında da işinde de tutkulu bir adam ve bütün tutkulu insanlar gibi çok da derin. Her ne kadar kafesinin en dibine kaçmış da olsa yaşamına pat diye dalan kadın, onu demir parmaklıkların gerisinden bedenen de ruhen de çıkmaya zorluyor. Özgür artık saklanmıyor ve kapanmıyor. Evet, Özgür Atasoy, yol ortasında çekiştirilen bir kadın gördüğünde gidip olayın göbeğine dalar ama sadece Ezgi’yi o arbededen çıkarıp kaptığı gibi evine götürür; sarar sarmalar ve kendince ona merhem olur. Alerjik kriz geçiren İrem’i de kapıya kadar uğurladı ama sadece kapıya kadar… İşte, diğer kadınlar ve Ezgi arasındaki fark da o kapı eşiğinde başlıyor, zaten.
Özgür saklanamıyor artık dedim ama yıllardır onun üzerinde egemenlik kuran “mantık” öyle sessiz sedasız geri çekilecek gibi de değil. Ezgi ve Özgür arasında tutuşmaya başlayan bir ateş var. Henüz “alev alev” olmasa da çakan kıvılcımları görüyoruz. Bu minik çıtırtılar Ezgi için hiçbir şey ama Özgür için bir “orman yangını” nın ayak sesleri. İşte mantık, tam da böyle zamanlarda başını kaldırıyor, Özgür tam teslim olacakken elinden bayrağı çekip alıyor. En duygusal, en derin durumlarda bir anda Özgür’ü geri çekiyor ama şimdilik… Ben hâlâ kesin kararlıyım: İlk soyunan Özgür olacak.
Ezgi ve Özgür arasındaki “ilk” savaşı, Deniz ve Ozan arasında da “maç belli, sonuç belli” kıvamında sürüyordu. Gel gör ki onların hikâyesi çok hoş ve çok farklı bir viraj aldırılarak dengelendi. Ozan’ın kesin görünen mağlubiyeti, son çeyrekte “oyunu çevirebilir” noktaya getirildi. Deniz’in keskin, katı ve agresif kimliğinin altında çok kırılgan, duygusal bir kadının varlığını seziyorduk ama “ilk aşk Mehmet”in benim canım ciğerin, gözümün bebeği biricik Ozan’ım olması benim için beklenmeyen goldü. Erdem sayesinde bir anda avantajlı duruma geçen Ozan, haftalardır Özgür’ün bütün uyarılarına rağmen kazanamadığı özgüvene hazır kondu ama o, galibiyet sarhoşluğu yaşamayacak kadar düzgün bir adam. “En sevilemez” hâliyle bile âşık olduğu Deniz’in kendine olan zaafını da kullanmaya kalkmayacaktır. Hiç beklemediği anda ilk aşkını karşısında bulan Deniz’in de kalkanları inip yeniden o eğlenceli kız olmaya başlayacağı günler yakındır. Onları izlemek, işte asıl o zaman benim için ferah bir bahar esintisi olacak.
Bu hafta benim için en nefis yerin “tango sahneleri” olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Çok başarılı ve duygu yüklü bir sekanstı ve Özge Gürel de Can Yaman da sahnenin fazlasıyla hakkını verdi. Tangoyu yalnız bedeniyle değil bakışlarıyla yapan Özgür’ün karşısında kendini bütünüyle ona bırakıp rüzgârında mutlulukla sallanan bir Ezgi vardı. Müziğiyle, figürleriyle, oyunculuğu ve çekimiyle izlemesi çok zevkli ve ruhu olan bir sekans yaratılmış.
Özge Gürel’i çok beğendiğim yerlerden biriydi, tango bölümü. Özellikle kırmızı elbisesiyle, Özgür’ün kollarında salınan Ezgi’nin mutluluğunu da gerginliğini de Özgür’e kapılmasını da çok çok güzel yansıttı. Ayrıca son sahnede kendisi için dövüşen adama içinden ne geliyorsa onu aktarırken Ezgi’nin “kendi gibi” oluşunu da çok doğru verdi. Üzgünlüğü, kırılganlığı bütün doğallığıyla geçti, ekranın öte yanına. Emeklerine sağlık!
Sevgili Can için bu hafta öncelikle söyleyeceğim şey, onun Özgür’e “imza olarak” kondurduğu bir mimik. İlk bölümden beri dikkatimi çeken ama artık net olarak zihnimde konumlandırdığım enfes bir hareket oturttu Özgür’e. Onun, o kafesin kapısından dışarı çıkacağını hissettiğinde yapıyor. Tam da ağzından bir şey kaçıracak gibi oluyor Özgür, işte o anda dilini ağzının içinde bir çeviriyor ve ona söyleyeceklerini yutturuyor. O kadar minik ama o kadar dolu ve o kadar Özgür’ce bir eylem ki çok ama çok yakışıyor ona.
Bu hafta oyunculuğuna bayıldığım yerlerden biri, Ezgi’ye bir başkasının ders verme ihtimalinin ortaya çıktığı andı. O saniyeye kadar, Ezgi’nin duygu sömürüsünü yemediği için ağzına fındık atarak zaferini kutlayan o umursamaz ve dalgacı adamın zırhı, işittiği tek cümleyle delindi ve yüzü bir anda allak bullak oldu. Çok seri bir geçişle alaycılıktan afallamaya, oradan kaygıya ve bir anda ataklığa evrilen seri mimiklerle sahneyi enfes kotardı, ben de bayılarak izledim.
Veeee söylemezsem olmaz, şu ana dek ısrarla geriye çektiği bakışları bu bölümden itibaren alabildiğine yüklemeye başladı Özgür’e. Çünkü artık duygusal bir Özgür var ve o adam içinden sızanları bakarak anlatır. Özellikle barda Ezgi’yi izlediği sahnelerde ve tabii ki tangoda o hep hayran olduğum bakışların gücünü, keyifle izledim. Emeğine, aklına ve yüreğine sağlık güzel adam!
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün ekibin emeklerine sağlık.
*La Gabbia İtalyanca “kafes” demekmiş; baktım, öğrendim😊