YAZAR :Ayça AKMAN

Savaş hikâyelerini yüreği kaldıran bir seyirci değilim ben. Hele hele soykırımsa söz konusu olan insanlığın en karanlık tarafına tutulan bu aynaya bakmak, çok acı verici olabiliyor benim için. Bu sebepledir ki Bir Zamanlar Kıbrıs’ı beklerken zihnimin bir köşesinde kaldırabilir miyim endişesi vardı diğer köşesindeyse nihayet bu zulmü konu edinen bir işin arşivlerde yer alacağını bilmenin iç huzuru. İki buçuk saatin sonunda, hem rejisi hem castı hem de görüntü ve sanat yönetmenliğiyle pırıl pırıl parlayan, çoğu yerde nefesimi tutarak izlediğim bu projenin emek verenlerine gönül dolusu teşekkürle kalktım ekran karşısından.

Bir Zamanlar Kıbrıs elbette yaşanmışlıklara dayamış sırtını. Dönemin tarihî ve siyasî figürleri ismen buradalar. Şüphesiz olay örgüsünü sağlamlaştırmak ve renklendirmek için kurgu karakterler de eklenmiş ancak tarihsel çatı, taş gibi ortada ki bu büyük bir artıydı benim açımdan. Kıbrıs Türkü’nün çektiği çileyi, sakız ticareti yapan toprak sahibi Kemal ve ailesi etrafında gelişen olaylar silsilesiyle vermeyi seçmiş hikâye. O ailenin sıcaklığı ve sahiciliği, gerek kostümler ve mekânlar gerekse müziklerle öyle net geçti ki bana, bayıldım. Aslında bir seyirci olarak bilirim, rüya gibi başlarsa bir anlatı, ayaklarını yerden keserse seyircinin, o derece sert ve apansız yere vurur, sarsar. Zaten ilk kırk beş dakikada rejinin o masal âlemiyle EOKA terör karargâhı ve saldırı hazırlıkları arasında gidiş gelişleri, tansiyonu her sahnede adım adım o kadar başarıyla yukarı taşıyıp tepe noktasında da öyle bir vurdu ki ben şahsen Hakan İnan rejisinin ajitasyona kesinlikle başvurmadan saf duyguyu her hâliyle seyirciye geçirebilmesine şapka çıkarttım. Yalnız bu noktada olağanüstü müziklerin payını da es geçersem haksızlık etmiş olurum, zira dönemin ruhuyla birebir örtüşen tınılar sadece atmosferi tamamlamakla kalmadı sekans aralarını da kusursuz birbirine bağlayarak duyguya inanılmaz bir katkı yaptı, tebrikler. Bir parantez de oyunculuklara açacağım çünkü böylesine defosuz, yükün büyük kısmını yüklenen bir cast olmasa diğer her şey havada kalırdı. Özellikle son derece başarılı makyajla Rauf Denktaş’ı gerçeğe en yakın hâliyle yakalamayı başarmış Devrim Saltoğlu’nu, Samson karakterinde Tayanç Ayaydın’ın o buz gibi kötücül duruşunu ve Pembe karakterinde Miray Akay’ı bir ayrı sevdim saklayamam. Genele baktığımda bana batan tek şeyin ara sıra dönemin ruhuna uymayan dil ve diyaloglar olduğunu söyleyebilirim, bu da nazar boncuğu olsun, düzelmeyecek şey değil neticede.

Masal gibi bir hayatın ortasında tanıştık Kemal’le. Bir yanda İnci’si, diğer yanda “çiçekleri” Mine ve Müge… Aile büyükleri dizinin dibinde, sakız ve narenciye ağaçlarıyla çevrili sıcacık bir yuva… Bir gecede, temelleri yıllar öncesi atılmaya başlamış bir aralık gecesinde, EOKA saldırılarıyla sadece onun değil tüm Kıbrıs Türk halkının kaderi değişiverdi. Kemal’in, İnci ve Müge’nin kaçırılmasının ardından içine düştüğü buhranı, bencil bir bakıştan sıyrılıp göç yoluna düşen tüm Türklere ön ayak olarak atlatmaya çalışması,  “Onları yaşatalım, biz ölürüz!” diyerek Ali ve Aysel’i toprağa veren Derviş’i ayağa kaldırması, Pembe’nin yürek sızısına ortak olması ilerisi için umut verdi bana. Her şeyini kaybeden insanların başka insanlar için ayakta kalma çabası, umudun ta kendisi değildir de nedir? Belli ki Kemal, eşi ve kızını ararken aynı zamanda direnişe de destek ve nefes olacak, tıpkı aynı yolu seçeceğini gözlerinde hissettiğim silahına sımsıkı sarılan kız kardeşi gibi. Burada ailedeki kadınların dimdik ve güçlü duruşuna da bayıldım. Sadece Pembe değil, İnci, Kemal’in annesi ve diğer kadınlar da duruşlarından bir gram taviz vermediler! Kemal yanmış evde bulduğu atkıyla milis Pao’ya ulaştı ve iz üstünde. Ancak onun aklına Samson’u hiç getirmemiş olduğunu düşündüğümde, eşiyle Nikos Samson arasında geçmişte yaşanan şeyleri bilmediğine ve hatta Samson’u tanımadığına kanaat getirdim. Bu hem bir avantaj hem de dezavantaj olabilir izleyip göreceğiz.

Nikos Samson, EOKA komutanı… Tayanç Ayaydın onu öyle bir sırtlamış ki kötülüğün vücut bulmuş hâli olarak önümüzde duruyor. Uzaktan bakıldığında hiç zayıf noktası yok ama biraz derinleşince İnci’ye olan tutkusu alenen ortaya çıkıyor. Onun bu saldırıları bahane bilip “sevdiği” kadını kaçırmayı öncelikli hedef hâline getirdiği, bunu planladığı ve bir amacı olduğu çok açık. İntikam duygusu demek, sanırım onun emelleri için hafif kalacak ve kendisine ihanet ettiğini düşündüğü İnci’yi değil onun sevdiklerini yok etmeye çalışacağını tahmin etmek zor değil. Ve kuşkusuz ilk sırada Kemal var!

Cahit Volkan Kantarcı, namı diğer Ankaralı’yla evlilik hazırlıkları yaparken Ankara’da tanıştık. Geri görevde bir istihbarat görevlisi, birkaç yıl pasif kalacağından emin. Elinde fırça, evinin duvarlarını boyarken o kanlı Noel gecesinin hayatını değiştireceğini nereden bilebilirdi? Ankaralı, müstakbel eşine gelinlik seçerken çağrıldı karakola ve bunun anlamı onun için açıktı: yeni bir görev tebliği! Ben karakteri de sempatik tavrın gerisinde sakladığı sırrı da sevdim. Onun Ayşe’den  “dönüşü olmayan bir yola gitttiğini” söylediği bir mektupla ayrılması ve  “eşit” sevmesine rağmen vatanı yârine tercih etmesi anlamlıydı. Ankaralı için kırılma noktası elbet adadaki vahşeti gösteren fotoğrafları görmek oldu. Baktı, sindirdi ve anladı: Türk’e Türk’ten başka yardım edecek yoktu. Kaos anlarında çaresizliğe düşen insanları ayağa kaldıracak, onları bir araya getirecek şey arkalarında bir gücün olduğunu hissetmektir. Müfettiş olarak gönderildiği Kıbrıs’ta o, bu güç olmaya soyunacak ve başaracak biliyoruz. Ondan haber bekleyen Rauf Denktaş’a hediyesini verdi Cahit Volkan Kantarcı. Kemal ve ailesiyle de yolları direniş vesilesiyle kesişirse hiç şaşırmam.

Kıbrıs Türk Cemiyet Başkanı Rauf Raif Denktaş… Nurlar içinde yatsın, onu Devrim Saltoğlu’nun yorumuyla izlerken ilk bölümdeki pek az sahneye rağmen oldukça etkilendiğimi söylemeliyim. “Bir mücadele içindeyiz. Var olmakla yok olmak arasındaki ince çizgideyiz…” diyerek direnişin de sinyallerini veren, “Bir kare bir sözden evladır” diye düşünerek fotoğraflarla tüm dünyayı vahşetten haberdar eden Denktaş, sanırım benim pür dikkat izlediğim karakterlerden biri olacak.

Kalabalık bir kadrosu var projenin ve ilk bölümde hemen hepsiyle tanışmamış olmayı hikâyenin sürprizleri açısından çok olumlu buldum. Birçoğunun hikâyesini merakla bekliyorum ki bunların başında Mücahit ve Doktor Fazıl Küçük geliyor.

Aslında son sözümü en başta söyledim ben. Çünkü bazen övgüler sonu bekleyemeyecek kadar sabırsız ve heyecan dolu olabiliyor. Şimdiye kadar gördüğüm en sağlam dünyalardan birini kurmuş Bir Zamanlar Kıbrıs. Kurmakla kalmamış mekânlar, kostümler ve müziklerle o dünyaya mükemmel bir ruh da vermiş. Yetmemiş olağanüstü reji, harika kadrajlar ve çekim açılarıyla nefesimizi de kesmiş, duygudan duyguya sürüklemiş. O saldırı sahnelerindeki enerjiyi, ruhu; Kemal’in yanan evinde kırık aynanın önünde aile fotoğrafına uzandığı sahneyi, Rauf Denktaş’ın fotoğraf makinelerini dağıttığı sahnedeki ışık kullanımını, kilise ve karargâhın iç çekimlerini vurgulamadan nasıl geçerim? Hepsine ayrı ayrı bayıldım.

Tek bir itirazım var o da bölümün süresi! Ne kadar iyi olursa olsun bir iş, iki buçuk saat çok uzun bir zaman ve son yarım saat dikkatimin dağıldığını söylemek zorundayım. Umarım bu ilk bölüme özel bir durumdur ve ilerleyen haftalarda daha kısa süreli kompakt bölümler izleriz. Yolu açık, şansı bol olsun; ben izleyicisi olurum ve birçok gruptan seyircinin de ilgisini çeker kanaatindeyim.

Böyle zor bir zamanda  yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık.

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.