Erkenci Kuş 28. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Geçen bölümü ayakları yerden kesilmiş Can’ın romantik evlenme teklifinde bırakmıştık, yeni bölümü de onun hayal kırıklığıyla açtık. Bütün yüreğini, ay taşına doldurup Sanem’e sunmuştu, Can. Ne var ki Sanem’in yalanı olmasa da henüz evlilik boyutuna gelmemiş bir ilişki onlarınki. Sanem’i biraz rahatlatmak, yaşananlara resmiyet kazandırmak ve duygularının içtenliğini vurgulamak adına bir teklifti, bu ve ikisi de bu gerçeğin farkında olmasa da hâliyle çok erkendi.
Sanem, Can’dan sakladıklarının ağırlığı altında ezildiğinden ve bir yalanla onun karşısında dikilmekten çok rahatsız olduğundan en doğrusunu yapıp “Kabul edemem.” demeyi bildi. Doğru, kabul edemezdi. Şimdi saçma da olsa sunduğu gerekçelerin ardında durmaktan başka yapacak bir şeyi yok. Eğer gerçekleri anlatmadan o teklifi kabul etmeye kalkışsaydı ileride hiç telafi edilemeyecek bir büyük sorun bekliyordu Sanem’i ve o an Can’ın “O zaman benimle evlenmeyi niye kabul ettin?” sorusuna vereceği hiçbir cevap olamazdı.
Leyla ve Emre, onu durduramadan Sanem’in teklifi reddetmesine ben, Sanem adına çok memnun oldum. Duygularına yenilmiş ve bir hata daha yapmış Sanem görmek istemiyordum, açıkçası. İşin doğrusu Emre ve Leyla’dan ona zerre kadar fayda gelmez. “Gerçekleri söylersen Can gider ama…” demekten öteye ortaya koydukları bir çözümleri de Sanem’i rahatlatacak bir formülleri de yok. Gerçi ikisinin de kendilerine bile hayırları yokken Sanem’e destek olmalarını beklemek de abes ya… (Bu hafta fazlasıyla kızgınım Leyla’ya. Gözüme girmek için ağzıyla kuş tutması gerek.)
Sanem’in evlenme teklifini kabul etmemesi çok doğal olarak ilk anda Can’ı kırdı. Hiç beklemediği bir darbeydi bu ve sunulan gerekçelerle de anlamlandırması imkânsızdı zaten ancak Can, mantıklı bir adam ve elindeki argümanları doğru kullanıp çabuk sonuca ulaşan bir düşünce sistemi var. Her ne kadar gerçeği hiç bilmese de Sanem’in tavırları işin iç yüzünü bilmemesine karşın onu doğru noktaya çabuk götürdü ve Sanem’in evliliğe hazır olmadığı sonucuna ulaştı ki bu bütünüyle doğru aslında.
Can için ilk işaret, Sanem’in Ceyda’yı kıskanıp dağ evine gitmesiyle geldi. Bugüne dek, Sanem’in kıskançlıklarına defalarca tanık oldu, Can. Hatta bu yüzden saçmalamalarına, komik duruma düşmelerine de alışkın ama bu kez durum farklıydı çünkü Sanem artık Can’ın hayatını birleştirme kararı verdiği kadın. Bu noktada kendinden de Can’dan da kuşku duyması, Can’ı sinirlendirdi. Açıkçası ben de Can’la aynı yerde duruyorum. Can’ın duygularını öğrenince Polen’in karşısında dimdik duran Sanem, şimdi niye Ceyda’yı bu kadar dert eder anlamış değilim. Tamam, Ceyda’nın niyetinin farkındayız; tamam, ona güvenmemekte de yerden göğe haklısın Sanemcim de Can, bir çift uzun bacağa çizme olacak adam da değil. Hayır, sen Ceyda’ya karşı yine alanını işaretle, yine inceden ayarını ver bunların hepsi tamam da gidip evi gözetlemek de nedir, Allah aşkına? “Ben sana güveniyorum da ona güvenmiyorum.” sakızıyla da açıklanır tarafı yok, bunun. Hayır ben Ceyda’yı takma kafana demiyorum, Mevkıbe’nin kızısın, genlerinde var, bi’ şey demem ama o zaman karda yürüyüp izini belli etmeyeceksin. Adamın kapısına arabayı park edip casusçuluk oynamayacaksın yani. Oynarsan Can çapındaki bir adamın beynine bu hamle “toyluk” olarak kodlanır. Nitekim de tam da buradan yürüdü Can.
Sanem; özünde akıllı ve cesur bir kadın “O Sanem’i tanımıyor!” derken de haklı. Can, Sanem’in derinlerinde yatan savaşçının pek farkında değil ama o savaşçı o kadar nadir ve o kadar hızla görünüp kayboluyor ki biz bile çoğu kez gerçek Sanem’i gözden kaçırıyoruz. İçindeki o güçlü kadına karşın hayat acemisi çünkü ve gündelik yaşamla baş ederken çoğu zaman kontrolünü kaybediyor. Yediği sakar damgası da bundan tuhaf nitelemesi de… Can bile onu ne zaman ne yapacağı belli olmayan, çelişkilerle dolu bir kadın olarak algılıyor. Sanem’in sevgisinden şüphesi yok ancak yaptıklarının nedenini onun tutarsızlıklarına veriyor. Bu kez de aynı sonuca vardı. Sanem’in evlenmekten korktuğunu ve bu nedenle son anda sudan bahaneler ürettiğini düşündü ve çözüm olarak da suyu akışına bıraktı. Böylelikle evlilik teklifi, bir kriz olmaktan şimdilik çıktı ve görünürde her şey sükunete kavuştu.
Ben, yine de ince bir buz üzerinde durduklarını düşünüyorum. Can, şimdilik olayı aşmış görünüyor ancak içten içe kırıldığını da sezdik. Her ne kadar kendini tedavi edip akılcı davranmayı seçtiyse de annesinin lüzumsuz varlığı ve işlerin giderek karışması onda biriktikçe nerede, nasıl patlayacağı belli değil. Açıkçası bu patlamanın Fabri’nin piyasaya çıkardığı kokuyla olmayacağı hissi var içimde. Neler olup bitiyor bilemiyoruz elbette ama içimden bir ses Fabri’nin asıl kozunu oynamadığını düşündürdü bana. “Piyasaya sürülen koku, Sanem’in kokusu olmayabilir.” duygusu var içimde. Belki de buna çok inanmak istediğim için bilemiyorum ama sanki gönderilen örnek, o olsaydı o kokuyu alan Can’ın tepkisi farklı olurdu diye düşünmüyor değilim. Fabri, bilinmeyen bir nedenle Sanem’in kokusunu şimdi piyasaya sürmüyorsa en azından geri alma fırsatı doğar. Hatta ben olsam ne yapıp edip o kokuyu Emre’ye geri aldırırım ki onun artık tamamen abisinin yanında olduğuna inanabilelim. (Vaktiyle Emre için koca koca laflar ettim ama bu durumda hepsini zevkle yutmaya da razıyım.) Sanem’in kokusu, o aşkın dinamiği ve ne olursa olsun piyasaya sürülüp de sıradanlaştırılmasına razı değilim. Üstelik Can’ın en hassas olduğu yerden bu kadar ağır bir yara almasını da hiç istemiyor, gönlüm. Birileri bir şekilde onu ortalığa serilmeden Fabri’nin elinden kurtarsın, duası ediyorum, yalan yok!
Bu hafta barda tek başına oturan Can’ı izlerken yükselip bir düşündüm. Baştan beri, öykünün en masumu ama en ağır sınananı o. Şirket, kardeşi, Sanem ve şimdi annesi her biri diğerinden de zorlu sınavlara sokuyor onu. Hüma Hanım, dünyayı kendi etrafında dönüyor zanneden bir narsist. Oğlu daha doğrusu oğulları onun canının istediği gibi kurduğu dünyada birer figüran. Derdinin saygı, sevgi hatta kabullenilmek dahi olduğunu düşünmüyorum. İletişim kurmak, bir şeyleri düzeltmek ve oğlunu kazanmak gibi bir niyeti de yok. O, kendince bir dünya kurguluyor ve oğulları da o dünyadaki birer figüran. Anlaşılan o ki Emre, annesinin suyuna giderek yaşamayı tercih etmiş ama Can ne iletişim kurmaya ne de o dünyada figüran olmaya niyetli. İşin doğrusu, Hüma Hanım düşündüğüm kadar güçlü çıkmadı. Attığı adımlarla, planlarıyla Aylin’in bir boy büyüğü sadece. Düşmanın akıllı olmayanından korkmamak lazım, Hüma Hanım da bu bağlamda çok kaygı duyulacak gibi görünmüyor. Can’ın karşısına Ceyda, o olmadı bir başkası, o da becermezse bir diğerini getirip dikmekten öteye bir hamlesi olmayacak gibi… Elinden gelen sadece buysa telaşlanacak bir şey de yok demektir. Asıl sorun oğlunu ve Sanem’i doğru çözmüş olsaydı doğardı. Şu an kullanabileceği tek koz, o da Aylin gerçeği bildiği için, Sanem’in Fabri’ye kokuyu vermesi olacaktır. Eh zaten, bu gizin ortaya çıkması da gerekiyor varsın o da Hüma Hanım elinden olsun!
Aylin’in şirkette yarattığı kargaşa, kampanyayı Fabri’nin avcunun içine koyması olmadı sadece. Leyla’yı da Emre’yle ilişkilerinin sürdüğüne inandırmayı başardı. Benim aklımın almadığı milyonuncu defa yalan söyleyen ve oyun tezgâhlayan bu kadının hep aynı hamlelerle hâlâ amacına ulaşabiliyor oluşu. Leyla’nın tuzağa düşmesini zerre umursamadım da bu işten Osman’ın alacağı hasar canımı çok sıkıyor, doğrusu. Ayhan’ın abisine “Sen ondan iyilerine layıksın!” cümlesinin altına da imzamı atarım. Gel gör ki gönül bu işte… Osman’ınki de gidip Leyla’ya düştü. Emre ve Leyla aşkına zerrece inanmasam da eğer Osman’ı kurtarabiliyorsak çok rica edeceğim, Leyla bir an önce Emre’sine dönsün. Osman da bir süre “oyuncağı kırılmış çocuk” olsa da yeni bir oyuncakla mutlu olur diye umuyorum.
Oyuncağı kırılmış çocuk dedim de Sanem’in “Ben oyuncaklarımı hep kırıyorum, oynamayı bilmiyorum yani.” dediği sahnede bayıldım Demet Özdemir’e. Sevdiği adamı incitmenin acısını; bebeklerinin kollarını, bacaklarını kıran o minik kızın gözlerinden o kadar güzel verdi ki… O sahnede Sanem’in duygusuna ortak olmamak, onun içinde bulunduğu çaresizliği algılamamak imkânsızdı. O deli dolu, şaşkın kızın içinden nokta atışıyla o kadar aniden bambaşka bir kadın çıkarıveriyor ki bazen, geçişin hızına da duygunun inceliğine de hayranlıkla bakıyorum. Çocuksu Sanem’in saflığını iyi taşıyor ama o çocuğun altına yerleştirdiği narin kadını ben çok seviyorum. Annesinin kollarında yatan yaramaz kız çocuğunu, sevgilisinin kapısını gözetlerken yakalanan şaşkın sevgiliyi ve yapamadıkları için kendisiyle kavga eden kadını birbirine iyi monte ediyor. Her üçü de ona yakışıyor ama benim her zaman tercihim, yüreğinin kapılarını aralamış, o doğal kadın…
Bu hafta bölüm sona erdiğinde bende taşlar yerinden bir miktar oynamıştı. Durup düşündüm sebebini. Görünürde bu etkiyi yaratacak bir durum yok, düşününce algıladım nedeni. Değişik bir Can Divit izledim çünkü. Bu hafta Can Divit’te farklı bir ruh yansıttı Can Yaman. Bölümün başından itibaren belli belirsiz oynadı ruhuyla ve bölüm sonunda yeni bir Can Divit’e ulaştı. O heyecanlı, coşkulu, yerinde duramayan, enerjik adamı yavaş yavaş kabuğuna çekti çünkü Can Divit farklı bir yöne evrilmeye başlayacak. Yaşadıkları onu yavaş yavaş bunaltmaya başladı. İşler iyi gitmiyor, Sanem’le ilişkisinde öyle ya da böyle kırıldı ve hepsinden öte görmek istemediği annesi artık burnunun dibinde yaşıyor. Can Yaman, önce jestleri küçültmüş, ardından konuşmasındaki tonlamayı değiştirmiş. Sanem’den açıklama beklediği arabadaki sahnede bütünüyle puslu bir ton kullanıyor ve tempo çok daha yavaş. Sanem’i sorgularken de kendini ifade ederken de ses tonu değişmiyor. Merakı, anlamlandırmaya çalışmayı ve kırgınlığı hem sorularıyla hem yargılarıyla son derece net geçiriyor ve sadece sesiyle alabildiğine etkili olmayı başarıyor.
Amaaaa en bayıldığım yer bir başka sahnede geldi. İletişimde sıklıkla kullanılan bir oranlama vardır: Karşımızdaki kişi duygularımızı anlamlandırırken beden dilimizden yüzde altmış, ses tonumuzdan yüzde otuz ve kullanılan sözcüklerin anlamından yüzde on etkilenir denir. Ben bu kuralın doğruluğuna Can, dağ evinin önünde yakaladığı Sanem’e hesap sorarken “Canımın içinde olduğunu bile bile nasıl bu kadar bana yabancılaşabiliyorsun ki sen?” dediğinde bir kez daha inandım. Bu kadar harika bir sözü, bu kadar soğuk bir tınlamayla verişi, vurgudaki suçlayıcılık ve tavrındaki soğukluk kelimenin tam anlamıyla ürpertti beni. Çok özel bir cümle söylediği hâlde onun anlamını öfke ve kırgınlığa bilerek isteyerek feda etti. Gerçekten çok ustaca ve çok doğru yaratılmış bir sahneydi. Bir kez daha Sevgili Can’ın sahneyi avucunun içine alıp evirip çevirmesini hayranlıkla izledim.
Bu hafta Sevgili Can, karaktere çok doğru nüanslar ekleyip hem onun değişimini iyi vurguladı hem de onu çok etkili kıldı. Bence en başarılı oyunculuklarından birini sergiledi bu hafta ve Can Divit’in akacağı yeni kanal için çok sağlam bir zemin attı. Aklına, yüreğine ve emeklerine sağlık Sevgili Can.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisinde yükün büyüğünü omuzlayan bütün ekibin eline, emeğine sağlık.