Masumlar Apartmanı, 14. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Bu bölüm Masumlar Apartmanı’nda sıklıkla duyduğumuz Senin Korkularını Benim İnceliğimi şiirinde; İyiliğin küfre dönmesi, ayrılık. / Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya diyor, Şükrü Erbaş. Naci’den ayrıldığı daha doğrusu ayrılığa mecbur bırakıldığı günden beri Safiye için de küfre dönmüş, iyilik ve güneş bir ceza gibi doğmuş hem onun hem onunla yaşayanların üstüne.
Öyle böyle bir travma değil Derenoğlu çocuklarının yaşadığı. Hepsi kendince nasiplerini almışlar ve baktığınızda hiçbirininki diğerininkinden az ya da hafif değil. Odağa Safiye’yi alıyorsunuz yaşadıkları katlanılır gibi değil, objektifi Gülben’e doğrultuyorsunuz içiniz parçalanıyor; Han’dan ağır bir psikopat çıkaran da hem taşıdığı genler hem yaşadıkları… En şanslı gibi görünen Neriman bile ağır bir hayatı, bileklerine kanla kazıyor. Sorumlu arıyorsunuz, karşınıza çıkan asla anne olmaması gereken bir kadın… İlk bölümden beri görüyoruz, kendi mutsuzluğunu çocuklarının üstüne yağmur gibi yağdıran Hasibe’yi ama haftalardır benim gözümden kaçan biri daha var. Bu bölümü izlerken aydınlanma yaşadım adeta ve en az Hasibe kadar hatta belki ondan da suçlu olanı fark ettim: Evet, babadan söz ediyorum. İlk eşi ve oğlu öldüğü günden beri “yas”ta olan babadan…
İnsanın sevdiklerini kaybetmesi ağır bir acı, katlanmak kolay değil ve elbette ki yas süreci, iyileşmenin bir adımı. Ancak ömür boyu tutulan yas da sağlıklı değil. Hele hele bu sürecin belli ki en şiddetli devresinde, Hasibe’yle evlenmesi büyük hata Hikmet Bey’in. Çevresi çok bastırdı, ailesi çok zorladı diyelim; Hikmet Bey de karşı koyamadı ve evlendi. Kardeşim sen mutlu olmadığın, olamayacağın ve asla sevmediğin bir kadından 4 çocuk niye yapıyorsun? Bir değil iki değil tam dört tane… Baktığınızda eğitimli, kültürlü, aydın bir adam Hikmet Bey. Hadi ilkinde düşünmedi, kendisiyle çok meşguldü anlamadı diyeyim eee, sen bu kadının çocuğa neler yaptığını da mı fark etmiyorsun da ardı ardına çocukla aile nüfusunu kalabalıklaştırıyorsun? Bir insan o evin içindeki cehennemi nasıl görmez? Bu kadın, çocuklara sadece psikolojik şiddet uygulamıyor ki bu hafta gördük işte, bayıltana kadar dövdü Safiye’yi; hiç mi o morlukları, kızarıklıkları görmüyorsun be adam? Sabah çıkıp akşam eve gelen, olay çıktı mı basıp evden giden, kendi dünyasında yaşayıp bir türlü bitmek bilmeyen yasını tutan ama bu arada dört çocuk yapmayı da ihmal etmeyen Hikmet Derenoğlu benim gözümde Hasibe’den de suçludur. Bugün çocuklarının yaşadığı cehenneme odunları, o sırtlayıp getirmiştir. Gelinen noktada hasta, bakıma muhtaç ve hayatla zihinsel bağını yavaş yavaş koparıyor oluşu, onu şu an için yargılanamaz kılıyor belki ama geçmişte yaptığının da affedilir, hoş görülür tarafı yok. Hasibe öldükten sonra ipleri eline almayışı da ısrarla sorumluluktan kaçmak demek benim gözümde. Bilemiyorum bunun da psikolojide bir adı ya da açıklaması olabilir ama ben görünenden hareket ediyor ve onun da asla baba olmaması gereken bir adam olduğuna hükmediyorum. Şimdi ilgili – ymiş, şefkatli – ymiş ve evlatlarını seviyor – muş gibi davranması onu bağışlamamı sağlamıyor.
Derenoğlu çocukları, asla evlat sahibi olmaması gereken iki insandan, onların genlerini taşıyarak geliyor dünyaya ve Hasibe’nin yarattığı cehennemde büyüyorlar. O cehennemin ateşi, sevgisizlik. Sevgiyi bulamamış bir kadının, ona sevgi göstermeyen adama duyduğu hınçla yanıyor ateş. Görmediği sevgiyi o da çocuklarından esirgiyor, esirgemekle de kalmıyor işi şiddete, onlara zarar vermeye ve bir anlamda onları öldürmeye götürüyor. Bir insanı sadece fiziksel olarak öldürmezsiniz. Onun duygularını söküp, yaşama sevincini yok edip, yürüyen bir kabuk hâline getirerek de öldürebilirsiniz. İlk çocuk olmanın bahtsızlığıyla en ağır şiddeti gören de Safiye. Annesi; uğursuz, mendebur da dese dövüp sövse de hayatı ona zindan da etse “Anne!” diye ağlayan bir çocuk Safiye ve her şeye rağmen çok seviyor annesini. Hasibe’nin istediği sevgi onunki değil ama elindeki yalnızca onunki. O yeminini bozup Naci’yle gitmeye karar verdiğinde gösterdiği şiddet de bundan. Öte yandan delice kıskanıyor kızını. Kendi yaşayamadığı aşkı yaşadığına inandığı Safiye, onun en büyük rakibi, bu anlamda. O yüzden Naci’nin mektuplarını tek tek okuyup biriktiriyor ama Safiye’nin eline geçmesini engelliyor. Kocasının ona söylemesini istediklerini; Safiye, Naci’den işitiyor ve onunla mutlu oluyor diye hıncı ve sonunda onu bayıltana kadar dövüp kendisini de tekerlekli sandalyeye mahkûm edecek krizi geçiriyor. Devamını henüz görmedik ama anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Sorumlusu olduğu vahşetin faturasını da belli ki Safiye’ye kesmiş ve ona “annesini öldürmeye çalışan evlat” kamburunu yüklemiş. Dostoyevski’nin 350 sayfalık Suç ve Ceza’yı yazma nedeni, o kambur: Suçluluk duygusu. Dünyada vicdan sahibi bir insana verilebilecek daha ağır bir ceza yok! O cezayı almış olanın da mahkûmiyetinin bitme ihtimali yok. Suçluluk duygusu, müebbettir. İnsanın kendi yüreğini, sonsuza kadar zindana zincirlemesidir. Henüz yetişkin bile sayılamayacak bir yaşta aldığı bu cezanın Safiye’yi öldürmemesi mümkün değildi ve Hasibe amacına ulaşıp onu yürüyen bir kabuğa çevirdi.
“Senden asla vazgeçmeyeceğim!” diyen Naci, Safiye’nin adına ev dediği cehennemde yaşadıklarından da artık öldüğünden de habersiz gibi görünüyor. Kendi dünyasında bunca yıl o ne yaşadı bilinmez ama ben, onu biraz Hikmet Derenoğlu’na benzettim bu bölüm. Gülben’in ortaya çıkardığı sırra göre Naci evli, öte yandan “aynı göğe bakabilmek” için Safiye’nin yanına geldiğini de biliyoruz. Bunca yıl, çocukluk aşkını yüreğindeki müzeye kaldıramadığına ve yine aynı yoğunlukta o aşkı yaşadığına göre o da Hikmet Bey gibi yıllardır kendi “yas”ını tutuyor demektir. Nasıl ve niye evlendi? Çocukları var mı? Neden ailesini bırakıp bir otel odasında Safiye’nin dünyasına komşu yaşıyor; henüz bilmiyoruz ama belli olan tek şey, onun da geçmişin travmalarını taşıdığı. Durduğu noktaya bakınca onun da ruhen çok sağlıklı olduğunu söylemek mümkün değil.
Öte yandan Han’la ilişkisinin de sıradışı olduğunu söylemek gerek. Han’ın geçmişine çok vâkıf ve ailesinin bile bilmediği detayları biliyor. Melek öğretmenle bağı ne, henüz kestiremiyorum ama bir biçimde Han’ı takip ettiğini anlamak mümkün ancak Han’ın da çocukluğuna dair bilgilere sahip olduğundan Derenoğlu ailesinin ve Safiye’nin şu anki durumundan habersiz olduğuna inanıyorum. Safiye’yle yarım kalan aşklarını yeniden yaşamak ve bu ilişkiyle geleceğe yeni bir adım atmak niyetinde gibi görünüyor ama Safiye’nin psikolojik durumunun farkına varması işleri nasıl değiştirecek, izleyip göreceğiz.
Han, Naci’nin kim olduğunu anladı anlamasına da Naci onun bugüne kadar alıştığı insanlardan farklı. Han’ın o ürkütücü ve kontrolsüz öfkesi Naci’yi korkutmadı, mesela. Han, insanları öfkesiyle etkileyip onlara geri adım attırmaya alışkın. Karısının arabasını satacağı adamdan tutun da İnci’nin babasına; Cüneyt’e ve Uygar’a karşı hep öfke silahını kullanıyor. Anladığımız çocukluktan beri öfke kontrol sorunu ve bununla paralel aşırı bir fiziksel gücü var, hani “deli kuvveti” denen cinsten. Onun gazabına uğrayanlar da bu güç karşısında kaçmayı yeğliyorlar. Han, böyle bir ilişki biçimine alışmış. Rahatsız olduğu, hoşlanmadığı ve çevresinde istemediği biri oldu mu gücüyle yıldırıyor. İlk kez o deli öfkesi işe yaramadı. Naci’nin boğazına sarıldığında da onu tehdit ettiğinde de masada karşısına oturup korkutmayı denediğinde de başaramadı. Üstelik Naci, ona hiç bilmediği bir silahla karşılık veriyor: sükûnet. İster inanın ister inanmayın, ondan güçlü bir silah da yok. Kışkırtamazsınız, kızdıramazsınız ve hatta eyleme geçiremezsiniz sakin insanı. Naci gibi gözünüzün içine dimdik bakıp sizden korkmadığını ve onu tepki vermeye zorlayamadığınızı fark ettiğinizde bittiğiniz andır. Han da tam bunu yaşadı. İki kez doğrudan saldırdı Naci’ye ve ikisinde de yenildi. Yöntem değiştirmediği sürece de şansı yok ne var ki Han’ın bildiği tek yol da şiddet. Naci’de işe yaramadı ancak İnci’nin onun karanlık tarafıyla bir kez daha yüzleşmesine yol açtı.
İnci, “yanlış adam”lar konusunda dilinin söylediğinin aksine davranmakta kararlı. Aslında tam da “Böyle olmayın!” dediği kadınlar gibi davranıyor. Bildiği yola saptı bir kez daha ve Han’ı olduğu gibi değil, görmek istediği gibi kabul ediyor ve Uygar’dan sonra bir kez daha dipsiz bir kuyuya dalıyor. Arabayı satmaya çalıştığı adama öfke kusan Han, İnci’nin derinden ürkmesine neden oldu ama gerçeğe gözlerini kapayan pek çok kadın gibi o da “Bana yapmaz!” noktasındaki direnişini sürdürüyor. Bununla da kalmıyor; Han af dilemediği, pişmanlık duyduğunu göstermediği hâlde kendine mazeretler yaratıp onu temize çıkarmaya çalışıyor. Han, özür dilemek bir yana kendiliğinden açıklama yapmaya bile kalkışmadığı hâlde “Bir daha yapmayacaksın değil mi?” diyerek çocuk gibi söz istiyor ki Han buna bile “Yapmayacağım!” demedi. Onun “Ben karanlıktan geliyorum, geleceğimdeki tek ışık sensin!” cümlesinin ayakları yere basmayan romantizmine kanıp olup bitenin üstüne bir kez daha sünger çekti. Beyni, gerçeği algılamıyor ve yine aynı hata, yine görmezden gelme, yine “Bu defa yaptı ama artık bir daha yapmaz.” diye kendini kandırma çabası içerisinde. Duymak istediklerini seçip işitiyor ve asla Han’ı olduğu gibi görmeye yanaşmıyor. Bu noktada Esra’nın uyarılarının da Ege ve dedesinin tepkilerinin de işe yaraması mümkün görünmüyor. Umalım ki Melek Öğretmen’in yerine koyduğu mankeni bile gözü kararıp ateşe atan Han’ın o deli öfkesi bir gün İnci’yi hedef almasın.
İnci gibi yanlış yola sapanlardan biri de Gülben. Öyle büyük bir sevgi açlığı, öyle doyurulamaz bir aşk ihtiyacı var ki her çıkmaz sokağın sonunda, geri vitese takıp yeni bir çıkmaza sokuyor yüreğini. Esat defterini gerçekten kapadıktan sonra “kurtarıcısı” Naci’nin kapısına düştü kuş gibi çırpınan yüreciği. Olmaz, olamaz; mümkünü yok biz biliyoruz da hiçbir akıl ve mantık sahibi insanın buna, Gülben’i ikna etme şansı da yok – tu. Ta ki tesadüfen Naci’nin alyansını görene kadar. Evli olmak, kırmızı çizgisi çünkü Gülben’in. Aslında bu da enteresan bir nokta çünkü okuduğu aşk romanlarının masal dünyasında yaşayan o kadın için tüm aşk kitaplarının ortak teması geçerli olmalı: Gerçek aşkın önünde hiçbir engel duramaz. Gülben’in de bu düsturla “gerçek aşk” yaşadığına inandığı için evliliğe takılmaması gerektiğini düşünüyor insan ama çok muhtemel ki anneden gelen bir tabu, onun için, evli bir adama âşık olmak. Ayıp, günah, yasaklar evreninde büyümüş daha doğrusu sadece yaş alıp çocuk kalmış Gülben, Naci konusunda da mantığının değil ahlakçı yanının sesini dinledi ve ablasıyla Naci’nin hikâyesini öğrenmeden bu imkânsız aşkı da sonlandırdı. Aslında içimdeki ses, onun Esra’nın öğüdünü tutup “sıkıcı ama iyi niyetli” birine yelken açmasını söylüyor ısrarla ve bu tanımın somut bulmuş hâli de tam önünde: Bayram, Gülben hiç farkında olmasa da onu kendi hayal ettiğinden bile çok seven Bayram… Hayat ne garip, Esat’ın veya Naci’nin bir ilgi kırıntısı için kendini paspas etmeye hazır olan Gülben, farkında bile olmadan Bayram’a nasıl bigâne davranıyor. “Evlen, çocuk yap; çocuklarını sevelim!” dediği adamın, çocuklarının annesi olarak kendisini düşlediğini bilse koşarak boynuna sarılmaz mı ve Bayram, Gülben’e ilaç olmaz mı diye düşünüp duruyorum. O yetişkin kadın bedenine sığdırdığı minnacık çocuğu, Bayram’dan başka gerçekten sevebilecek biri çıkar mı bilemiyoruz ama Bayram’ı her gördüğümde içim burkuluyor benim.
Safiye, Gülben’i Naci’nin yanında gördüğünde öfke, korku ve panik bir elmaya dönüşüp Naci’nin ayağının dibine düşüverdi. Cennetin yasak meyvesi, Safiye ile Naci’yi de ilelebet ayıracak gibi görünüyor. Naci’nin evli oluşu, Safiye’nin tutunduğu sevda dalını da kırıp attı. Onun gelişinin tetiklediği halüsinasyonlar yüzünden bir kez daha annesinin cehenneminde yaşıyordu zaten, şimdi aynı göğe birlikte baksa da aynı dünyada birlikte yaşayamayacağı Naci’ye ne yapacak kestirmek imkânsız. Safiye, yıllardır camın ardından gördüğü göğe ilk kez engelsiz baksa da Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin / Seni aldım bana ayırdım, durma kendini hatırlat * diyebilir mi sanmam. Bu arada Safiyesiz yıllarında Naci’nin de Senin Korkularını Benim İnceliğimi şiirinin Yeni aşklar bulacağım kendime. / Ne yapacağımı sanıyorsun ki? dizelerini hayata geçirmiş olması muhtemel, eğer Gülben’in bulduğu alyansın hiç aklımıza gelmeyen bir nedeni yoksa Safiye’yi bu kez de Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim / Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver / Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim** mısralarında bulma ihtimalimiz yüksek.
Yazan, yöneten, canlandıran ve ekran gerisinde büyük yük omuzlayan bütün ekibin emeklerine sağlık.
* Göğe Bakma Durağı, Turgut Uyar
** Bu Aşk Burada Biter, Ataol Behramoğlu