Siyah Beyaz Aşk 19. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Duygusal yoğunluğu alıştığımızın çok üstünde bir bölümden sonra, yazmak, benim için ilk kez çok kolay olmayacak. Bölümü izlerken çok fazla dalgalandım. Aslı’yla acının en dibini gördüm, Yeter ve Yiğit’le bambaşka yerden vuruldum, Ayhan’ın dramı hem yüreğimi hem aklımı kurcaladı. Bütün bunların arasına yedirilmiş yeni ipuçları ve öykünün başka bir yerden açılımının da temelini izledim. Ekran başından kalktığımdan beri hem o yoğun duygunun etkisinden çıkmaya hem de oluşan yeni soru işaretlerini cevaplamaya çalışıyorum.
Ayhan, kafasını meşgul edenleri babasına defalarca sormaya çalıştı ancak Azat Baba, ısrarla bu konuşmadan kaçıyor. Ayhan da kendi imkânlarıyla annesiyle ilgili gerçekleri öğrenmenin peşine düştü. Biz de onun sayesinde Azat Baba’nın geçmişine girme şansı bulduk. Azat Baba’nın Yeter’e sevdası, karısıyla arasında hep bir perde oluşturmuş ve o, bu sevdadan hiç vazgeçmemiş. Sırf Yeter’e benziyor diye bir başka kadınla da yakınlaştığını bile öğrendik. Üstelik eşi öldürüldüğünde Azat Baba’nın Yeter’e yakın olabilmek için Bolu’ya gittiğini de duyduk. Olaya Ayhan’ın gözüyle bakıyorum: Babası, annesine bir biçimde ihanet etmiş, onu koruyabilecekken yanında olmadığı için Ayhan annesiz kalmış ve Yeter’e bitmez tükenmez tutkusu nedeniyle babası hâlâ hayatlarını karıştırıyor. Üstelik Ayhan, babasıyla Yeter arasında yaşananların tamamını hâlâ bilmiyor. Bu koşullarda ben Ayhan’ın kırgınlığını da öfkesini de hatta Yeter’i ihbar etmesini de sonuna kadar anlarım. Yeter’in tutuklanması, Ayhan’ın eseri ve bu tutuklanma, taşları da yerinden oynattı.
Bir süredir Namık’ın gerçek yüzünü sonunda kabullenen ve ondan tamamen vazgeçen bir Yeter var karşımızda. Çocuklarıyla arasındaki soğukluğa çok üzüldüğünü ve Gülsüm dışında kimseden “anne” hitabını duyamayışının da onu örselediğinin farkındayız. Ayhan’ın onu ihbar etmesi tam da bu noktada çok büyük bir gelişme sağladı. Yeter, sadece Namık’ı vurduğunu kabullenmekle kalmadı; Yiğit’e gerçekleri de itiraf etti.
Yiğit, baştan beri bu hikâyenin en masum kurbanlarından biri. Annesine onları zorla Bolu’dan İstanbul’a getirip aileyi darmadağın ettiğini düşündüğü için çok öfkeli ve tepkili. Şimdi birdenbire gözünün önünde o geçmişin perdesi kalktı. Üstelik, Yeter’in en büyük sırrına da birinci elden sahip oldu. Bu bilgi Yiğit’in dünyasının bir defa daha alt üst olmasına yeter de artar bile.
Nezarethanedeki Yeter ve Yiğit sahneleri gerek duygusu gerekse oyunculuklarıyla beni benden aldı. Annesiyle hesaplaşmaya gelen Yiğit, kendini ona elleriyle çorba içirirken buldu. Her şeyin sorumlusu olarak gördüğü kadının da aslında bir kurban olduğunu fark etmenin acısı Deniz Celiloğlu’nun gerçekten çok başarılı yorumuyla olduğu gibi geçti ekranın diğer tarafına.
Arzu Gamze Kılınç, çok usta bir oyuncu… Daha önce Ferhat’ın vurulduğunu öğrendiğinde de muhteşem bir oyunculukla beni ekran başına çivilemişti. Bu kez de Yiğit’le sahnelerinin her karesinde ona vuruldum. Yeter, iyi yazılmış bir karakter ama en büyük şansı çok dozunda bir yorumla canlandırılması bence. Yeter’in itici tarafı da kurban yanı da savaşçı ruhu da evlat hasreti de milim milim geçiyor izleyiciye. Ne yalan söyleyeyim, ilk defa en az Aslı & Ferhat sahneleri kadar çarptı beni Yiğit – Yeter hesaplaşması.
Yeter, Yiğit’e çok büyük bir dert yumağı yükledi. Şimdi önemli olan Yiğit’in bu bilgiyle ne yapacağı? Bölüm finalinde onun Ferhat’ı aradığını gördük ama herhalde bu kadar sarsıcı bir gerçeği telefonda açıklamayacaktır. Yiğit’in abisine, babasının Namık olduğunu söyleyip söylemeyeceği, öykünün bundan sonraki bütün gidişini değiştirecek bana kalırsa.
Senaryonun gidişatındaki ikinci büyük açılım hastaneye gelip Cem’i öldüren palyaçoda gizli. O palyaço bir kadın, orası belli… Bir anlığına o kadının Ayhan olma ihtimali geldi aklıma ama Cem’i öldürmesi de eve girmesi de bana anlamlı gelmiyor. Ayhan’ın derdi Yeter’le; Cem’le ve Aslı’yla değil, kanımca. Cem’i öldürenle Aslı’nın evine girenin aynı kişi olduğuna inanıyorum ben. Kadının aile fotoğrafıyla ilgilenmesinden çıkardığım sonuç, onun aileyle bir geçmişi var. Derdi de doğrudan Cem’le… O zaman Cem’in bilmediğimiz bir yüzü var demektir. Anlamadığım ve konumlandıramadığım şeyse olayın zamanlaması… Biz, bu kadının varlığına dair hiçbir şey sezmedik, daha önce. Oysa bu kadın, Cem’i takip ediyor olmalı. Üstelik de çok yakından… Öldürücü bir tek hamle yaptı çünkü… Evet biz Cem’in hayatına, Ebru dışında hiç şahit olmadık, bilemiyoruz ve ben gerçekten bu olayın Cem’e nasıl bağlanacağını merak ediyorum.
Hikâyede bilinmezlikler artmaya başladı. Cem’i öldüren ve baba evine giren kadının Aslı ve Cem’in ablası olabileceği fikri geliyor aklıma. O zaman, bu ablanın derdi ne? Sorunu sadece Cem’le mi? Yoksa Aslı da tehlike altında mı? Ayrıca kardeşini öldürecek kadar karanlık bir ablayla mı karşı karşıyayız? Bu öykü, nereye ve nasıl bağlanacak; şu an için tahmin yürütemiyorum. Erkan Birgören boşluk bırakmayan ve detaycı bir senarist ama kabul edelim ki bu çatışma çok sağlam bir alt metin gerektiriyor ki öyküde sırıtmasın. Bekleyip göreceğiz.
Aslı ve Ferhat’a gelmemek için nasıl çabaladığımı görüyorsunuzdur çünkü Aslı’nın acısı yüreğimi tam anlamıyla dağladı. Aklım Cem’in artık bu öyküde yerinin kalmadığını söylese de ailesinden kalan son ferdin, babası yerine koyduğu abisinin ölümü, canımı çok acıttı.
Tanıtımları izlediğimde ”Cem, olay anında ölse daha iyiydi ne gerek var Aslı’yı yine bir yakının ameliyatına sokup aynı döngüyü tekrar etmeye?” diye düşünmüştüm. İzleyince anladım ki gizemli palyaço kadının ortaya çıkışı için gerekliymiş o sekans ama itiraf ediyorum, yine de ameliyatı Aslı’nın yapmış olmasını tercih etmezdim. Koskoca hastanede tek cerrah Aslı’ymış gibi birinci derece yakınlarının ameliyatlarına onun girmesini çok gerçekçi bulmuyorum, doğrusu. Bir defa da kapının dışında bekleyen olmasını isterdim.
Aynı eleştiriyi Cem’in cenazesi için de dile getireyim de dilimin şişi insin. Aktif görevde, üstelik de işi gereği bir çatışmada vurulup hayatını kaybetmiş bir başkomiserin cenazesi 3-5 kişiyle kalkmamalıydı. O sahnenin senaryo gereği değil çekim kolaylığı ve ekonomik nedenlerle bu şekilde düzenlendiğini bilsem de yine de Cem Çınar’ın daha görkemli bir cenazeyi hak ettiğini düşünüyorum.
Eveeeettt, artık kaçış yok… Aslı’ya, onun kaybına ve büyük acısına sözü bırakma vakti…Kuşkusuz her ölüm acı… Klasik laf ama çok doğru “Ateş düştüğü yeri yakıyor.” Her giden, geride kalanları eksiltip gidiyor. Hele bir de Aslı gibi en yakınınızı, baba yerine koyduğunuzu, bu hayatta yıllar boyu tutunduğunuz tek dalı; bu kadar erken, bu kadar ani ve bu kadar haince kaybettiyseniz yıkılırsınız, ötesi yok!
Aslı, Cem’le sadece abisini kaybetmedi ki… Anılarını, çocukluğunu, desteğini ve büyük oranda gücünü de yitirdi. Aslı’nın ağzından işittiğimiz “kırk mum” anekdotunu ben de vaktiyle anneannemden işitmiştim. O da sıklıkla “o kırk mumun biri, sen ölene kadar yanıp durur, içinde.” derdi. Yaşam beni ölüm acısıyla tanıştırdığında da ne kadar haklı olduğunu fark ettim. Ferhat’ın dediği gibi “geçmez”, geçmiyor. Sadece o acıya alışıyorsun ama asla o kayıptan önceki insan olamıyorsun bir daha.
Ferhat’ı da darmadağın edip onu karanlık tarafa sürükleyen aynı acıydı. O, çocuk denecek yaşta bununla yüzleşmiş ve başa çıkamamıştı. Aslı’yı tanıyana kadar Ferhat’ın kendi karanlığında nasıl boğulduğunu hep birlikte izledik. Geçen hafta bölüm yorumunu “Bakalım, Ferhat’ın doktorluğu nasıl?” diye sonlandırmıştım çünkü Aslı’nın ondan kaçmayacağını adım gibi biliyordum. Aslı, zorlukla, acıyla yüzleşince arkasını dönüp gidenlerden değil, Ferhat’tan uzaklaşması için de bir gerekçe yoktu. Burada önemli olan Ferhat’ın tavrıydı. Gördüm ki Ferhat’ın doktorluğu da Aslı’dan aşağı değilmiş. Çok ama çok doğruydu tavrı. Yalnız bırakmadı ama konuşmadı da. Teselli etmedi, avutmadı; sadece sarıldı. “Geçecek” demedi, hele de geçmeyeceğini en iyi kendisi biliyorken… Bana sorarsanız Ferhat, tek hata yapmadı. Açıkçası ben ondan bu kadar iyi bir performans asla beklemiyordum.
Herkes acıyı başka türlü yaşar ve o acıya ortak olmak da ihtiyaca göre değişir. Bu öğretilebilir ya da öğrenilebilir bir şey değil. Sezgisel, içgüdüsel bulunur. Kilitle anahtarın uyumu gibi … Her kilidi açabilecek sadece bir anahtar var. Acıda da böyle… O acıya ilaç olabilecek doğru anahtar olmak lazım. Bazen aileden biri, bazen yakın bir dost, bazen eş, bazen evlat olur o doğru anahtar. Ya da Ferhat’ta olduğu gibi bazen anahtarı yıllarca kayıptır. O zaman yüreğinizdeki yürekte hapis kalır, yok yapacak bir şey.
Aslı, kendini konuşarak ifade eden bir kadın. Baştan beri her durumda tavrı aynı oldu. Doğal olarak acıyla karşılaştığında da tavrı aynı… Yüreğindeki irini konuşarak akıtacak o, öyle de yaptı. Ferhat, sezgisel olarak doğruyu buldu ve onu dinledi. Hem de büyük bir ilgiyle dinledi, hiç bölmeden dinledi, sustukça konuşturarak dinledi… Sorduklarına cevap verdi. Her adımında ona iyi geleni buldu çıkardı, kendiliğinden.
“Kimsem yok artık” dediğinde “Ben varım!” demesi gerçek! Hem gerçek hem de Aslı’yı hayata tutturacak bir dal… Üstelik bunu yaparken sımsıkı sarılmak, çarpan yüreğini onun yüreğinin üstüne koymak da en az o söz kadar kıymetli… Aslı, Ferhat için “Gitme! Üşürüm, ben!” demişti, hatırlarsanız. Gerçekten de acının öyle bir fiziksel etkisi var. İçiniz üşür hem de öyle bir üşür ki ne giyseniz, neye sarınsanız, ateşi alıp içinize soksanız ısıtmaz. O soğukluk, o titreme sadece en sevdikleriniz sarıldığında hafifler, azalır. Onun teninin sıcağı değil, o tenden geçen yüreği, sizi donmaktan kurtarır. Ferhat, Aslı’ya her sarıldığında Aslı, daha da sığındı ona. “Aslı” seslenişine “Canıııımmmm” deyişi de o sığınmadan, “Bırak artık kendini!” çağrısına direnemeyip acıdan yere yığılırken Ferhat’ı da kendisiyle birlikte çekişi de ondan.
Birkaç bölüm önce Ferhat, Aslı’nın sırtına dayamış başını ve “Al sırtla beni!” demişti hâl diliyle. Bu kez Aslı’nın yanına yatıp onun sırtını kendi göğsüne yasladı sımsıkı. O gün kendini teslim eden adam, bugün Aslı’yı bağrına basıp onun bütün yükünü seve seve üstlenen adam oldu. Öyle muhtaçlar ki birbirlerine… Öyle yalnızlar ki bu kuru kalabalık dünyanın içinde… Bu dünyada durabilmek, kaybolmamak ve üşümemek için birbirine sokulmak zorunda olan bir çift güvercin onlar…
Yolda markete uğradıklarında Ferhat’ın eli kasanın önündeki bir peluş oyuncağa öylesine gidiverdi. Hani bir an, “Acaba Aslı’ya mı alacak?” diye düşünmedik değil. İçimden o anda istemsizce “Hayır Ferhat ya, hayır! Şimdi sırası değil onun!” diye feryat ediyordum ki baktım, vazgeçmiş. Ciğeri yanan birinin yangınını söndürmek gerek, oyalamak değil. O an şımartma, şirinlik yapma ya da jest zamanı değil; o an yanında olma zamanı. Keşke tanıtımlarda gördüğümüz gibi Aslı’nın elini tutup dudağına götüren Ferhat’ı da izleseydik bölümde… Aslı’nın bütün ihtiyacı bu, çünkü.
Yarası çok derin Aslı’nın… Kolayına geçecek, hemen kabuk bağlayacak gibi de değil ama artık kaygım kalmadı; o, en iyi doktorun elinde… Onlar birbirlerine çok iyi gelecekler, yaralarını birlikte iyileştirecekler; şartlar izin verirse tabi.
Namık’ın Ferhat’ın babası olduğu bilgisi artık sır olmaktan çıktı, çok fazla kişi biliyor bunu. Namık ve Ferhat için çember daralıyor ve bu gerçeğin açığa çıkması Ferhat’ı alt üst edecek. İşte, “şartlar izin verirse” dediğim de bu. O gün geldiğinde biz, hangi Ferhat’la karşılaşacağız; kestiremiyorum. Üstelik Aslı’nın gerçeği bildiğini öğrenmek Ferhat’ta ne yapacak onu hiç bilemiyorum. Bu hafta su yüzüne çıkmaya başlayan, gizemli kadın; öykünün ve tabi ki Aslı ve Ferhat ilişkisinin hangi taşıyıcı kolonunu çatlatacak onu da öngöremiyorum. Bildiğim bir tek şey var: Aslı ve Ferhat aşkının temeli çok sağlam… Kolonlar zarar görse de çatı yıkılsa da ayakta kalır. Yeter ki biri dışarıdan balyoz vurmasın!