YAZAR:Şeyma BULUT

Bu hayatta her şeyin bir miadı vardır. Bir iş yaparsın, sonra artık başka bir şey yapmaya karar verirsin, o işi bırakırsın ya da emekli olursun. Bir ev inşa edersin, sıkılır satışa çıkarırsın. Bu listeyi birçok hususta uzatabiliriz, bir tek konu hariç. Sadece tek bir şeyi asla bu listeye dahil edemeyiz : Anne, baba olmak! İşte bunun emekliliği  geri dönüşü yok. Çocuğundan kilometrelerce uzakta da olsan, evladını daha dün kaybetmiş de olsan bu durum değişmez. Bilhassa da annelik duygusu, onun hep bambaşka olduğu söylenir. Rahmetli anneannem “Hem dünyanın en güzel duygusu hem de kalbin cenderesi” derdi. Bu hafta Sefirin Kızı’nda Mavi’yi izlerken hep bu cümle kafamda döndü, durdu.

Mavi bir anne. Evladını kaybetmiş olsa da içindeki o duyguları kaybetmemiş, onları kalbinin en derininde hisseden bir anne. Zaten bu yüzden Melek’in içine düştüğü durumu ilk gören göz onunkiydi. Melek’in etrafında anne olan bir de Halise vardı ama onun gündemi başka şeylerle dolu olduğu için torununun durumuna vakıf olamadı.

Mavi, Melek’in ve dolayısıyla Sancar’ın geldiği durumu gördü ve olanlara kayıtsız kalamadı. Var gücüyle Sancar’ı ayakta tutmaya çalışırken küçük Melek’in de ellerini tutmaya devam etti. Halbuki daha bir gün öncesine kadar Sancar’la olan farklılıkları, hayat anlayışlarının bambaşka olması dolayısıyle  ondan uzak durmaya karar vermişti. İlk geldiği andan beri aldığı hiçbir karardan  geri dönmeyen bir kadın, bir anda attığı adımdan geri döndü. Bunun üzerine biraz düşündüm sonra resim oldukça netleşti. Bildiğiniz gibi Mavi’nin kızı öldü ve gözlerinin önünde bir başka çocuğun tükenişine, hayatının nasıl sallandığına şahit oldu. Kalbinde biraz iyilik taşıyan hiç kimse buna kayıtsız kalmaz hele hele evlat acısı yaşayan biri asla kalamaz. Mavi de kalamadı, tüm varlığıyla Melek iyi olsun diye uğraştı durdu.

Mavi’nin bu durumunu çıplak ayakla ateşin üstünde yürümeye benzettim. Daha bir kaç gün öncesine kadar oyuncaklara bile tahammül edemeyen bir kadın, kızıyla belki de aynı yaşta bir çocuğu hayatına aldı. Ona ilgi, şefkat gösterdi, yanında olmaya çalıştı. Bence kendi yaşadıklarını Sancar yaşasın istemiyor. Ne bir çocuğun daha kayıplara karışmasına ne de artık iyi olduğuna emin olduğu bir adamın kendisiyle aynı acıları yaşamasına tahammülü var. Bunu da her hareketiyle gösterdi aslında ta ki Melek kafede onunla konuşana kadar. Melek, Güven’in de dolduruşuyla Mavi’ye “Git!” dedi. Onun gibi bir kadına tüm Muğla git dese belki kulak ardı ederdi ama annesini özleyen küçük bir çocuğun sesine duyarsız kalması da pek mümkün değildi ki Melek’in ardından hemen Sancar’a veda etmesi de bundan bence. Kendisi, kızıyla hayal ettiği o mutlu hayatı yaşayamadı ama Melek ve Sancar’ın bir şansı var. Bu yüzden ikisinin mutlu olma ihtimalinin üzerinde bir gölge olmaktansa, onlara ne kadar ihtiyacı olsa da çekip gitmeye karar verdi. Bu nereden bakılırsa bakılsın, oldukça güçlü bir davranıştı diye düşünüyorum.

Mavi’nin yardımları bir süre Melek’in toparlanması için iyi olsa da o hala babasının arkadaşı olan, annesinin dönmesinin önünde engel olarak görünen bir kadın. Melek’in bu histen çıkması da hiç kolay değil çünkü etrafındaki kimsenin onu anlayabileceğini düşünmüyor. Bu kanıya da aslında tek bir cümlesinden vardım : “Dede benim bir sorunum var ama bunu sadece anneme anlatabilirim, beni sadece o anlar!” Melek tam dokuz sene boyunca annesiyle iki kişilik bir hayat kurmuştu. Geçen yazıda da biraz bahsetmiştim bu durumdan. Bu öyle bir dünyaydı ki anne kız birbirlerini çok iyi anlıyor, her derdi birlikte aşıyor ve tüm dünyada ikisi varmışçasına yel değirmenlerine karşı mücadele ediyorlardı. Mesela Melek annesinin mektubunu okuduğunda o basitçe yazılmış yazının ardındaki acıyı, çaresizliği hissetti ki mektubuna sarıldı sanki Nare’ye sarılır gibi. Ne yalan söyleyeyim, küçük bir çocuğun annesinden kalan son anıya sarılmasını izlerken hafiften gözyaşlarıma mani olamadım, tıpkı Sancar gibi…

Melek’in günden güne erimesi hiç şüphesiz ki Sancar’ı perişan ediyor. İşin içinden bir türlü çıkamıyor. Kızıyla vakit geçirirken yüzüne taktığı mutluluk maskesini başarıyla taşısa da kendisiyle kaldığı anlarda içinde daha öncekilere hiç benzemeyen bir ateş yanmaya başladı: Evladını kaybetme korkusu. Bir süredir hayatını o yöne öyle bir şekilde kanalize etti ki daha önce yaşadığı acıları bile hissetmemeye başladı. O kızına masallar okuyan, onunla parka giden, onunla birlikte uyuyan bir babaya dönüştü artık. Daha önce sevdasına adadığı ömrünü, şimdi sadece kızına adadı ve zaten olması gereken de bu.

Peki gerçekten de Nare’yi unutabildi mi? Şimdi açık konuşmak gerekirse benim bunca zaman yorumladığım ve izlediğim Sancar öyle bir kalemde sevdiği kadını silip atabilecek biri değil. Hele de onların yaşadıkları onca şeyi düşününce bu bana gerçekten uzak bir durum gibi geliyor. Müge’nin bu konudaki tezine katılıyorum insan ancak yarasına merhem olabilecek birini bulursa, eskiyi bu kadar kolay unutabilir. Şimdi bunun iki yolu var : Ya Sancar onu anlayan, yüreğini, acılarını gören Mavi’ye bağlanmaya başlamıştır, ya da Nare’nin yerine Mavi’yi koymuştur. Açıkçası eğer ikinci durum gerçekleşirse ben buna çok içerlerim çünkü bu Mavi’ye büyük haksızlık olur. Hiçbir kadın, bir başkasının yerini doldurmamalı, onun enkazını devralmamalı. Umarım ilk durum gerçekleşir de hem Mavi hem de Sancar hayatın onlardan çaldığı mutluluğu kazanabilirler.

Sancar’ın içindeki duyguları tam anlayamasam da bir şeyi çok net görüyorum. Mavi, Sancar’ın dertlerinden, acılarından kaçtığı gizli sığınağı oldu. Onun yanında yemek yiyor, gülüyor, rahatlıyor. Belki de hayatında ilk kez kendi yaşamının ağırlığını, efeliğin ağır sorumluluklarını düşünmeden rahatça nefes alabiliyor. Daha da güzeli ne biliyor musunuz? Sancar artık annesinin ona ne yaptığının farkında. Halise daha küçücük yaşında ona öyle bir rol yüklemiş ki hayatı boyunca onun altında ezilmiş. Zaten içindeki o bitmek bilmeyen öfkesi, herkesten kendini sorumlu hissetmesi falan hep ona biçilen bu rolden dolayı oluyor. Kaldı ki geçmişinden bugüne başına ne geldiyse hep bundan geldi. Nare’sine yazık etmesinin de, daha sonra olanların önüne geçememesinin de sebebi hep bundandı. Sancar bu gerçeğin yeni yeni farkına varıyor ve doğal olarak da fazlasıyla yoruluyor. Bu girdiği tüm rollerden sadece Mavi’nin yanında çıkıyor aslında ama bu karşılıklı bir durum. Mavi de Sancar’ın kendi dünyasına tamamen ters olan hayatını tanımaya başladıkça kendi acılarından sıyrılıyordu ki vedası bu yüzden hiç kolay olmadı. Mavi küçük bir kızın mutluluğu için gitmeye karar verirken Sancar da yeniden kalbinin kırılmasına isyan etti. Onların hikayesi nasıl devam eder bilmiyorum ama umarım sadece ikisine ait, onların kuracakları, eskiye dair hiçbir anının olmadığı bir evrende devam eder. En büyük temennim bu.

Mavi’nin gitmesi Sancar için bir sorun olsa da bana kalırsa yakın zamanda en küçük sorunu olabilir. Güven’in adım adım kurduğu plandan habersiz; kızının velayetini isteyeceğini ve bu konuda onunla savaşacağını bilse de Güven ne Nare’ye ne de bir başkasına benzer. Ellerini, gözünü kırpmadan kirletebilecek birinden bahsediyoruz burada. Zaten ikisi arasındaki gerginliğin ilk kırıntılarını Sancar’ın kızını dedesinden aldığı anlarda görmüştük ama orada bir şey daha gördüm ben: İkisi Melek’leri için savaşırken arabanın içinde elleri kulaklarında, korkudan tir tir titreyen bir çocuk vardı. Tüm bu korkunç anlara rağmen ikisi de kendi pencerelerinden baktıklarında kendilerini çok haklı görüyorlar, bilhassa da Güven Çelebi!

Öncelikle Güven bir süredir vicdan azabı yaşıyor. Uzunca bir zamandan sonra kızına yazık ettiğinin farkında. Kendince o hataları Melek’le telafi edecek, onu da tıpkı Nare gibi çok donanımlı ve kültürlü yetiştirecek. Aslında bir bakıma onu anlıyorum ben. Sancar ve dünyasını cahil ve basit gördüğü için Melek’i kendisi yetiştirmek istiyor. Nare 10 yaşındayken 3 dil biliyordu, Melek de aynı şekilde olsun derdinde.  Keşke hayat sadece bunlardan baret olsaydı. O kendi annesine layık bir torun yetiştirmek isterken kızına neler olduğunu göremedi. Belki de görmek istemedi bilmiyorum ama şimdi bunu telafi etmek istiyor. Ancak gözünden kaçırdığı çok önemli bir nokta var : Bir çocuğun yetişmesi, gelişmesi önemli olsa da diğer bir yandan da sevgiye, ilgiye, şefkate ihtiyacı vardır. Ne yazık ki bunların hiçbiri kendisinde mevcut değil. Olsaydı zaten Nare bugün, bu halde olmazdı. Kaldı ki girecekleri savaşta en büyük zararı Melek görecek ve buna rağmen zaten psikolojisi bozuk olan kızın yanına sosyal hizmetler görevlileriyle gitti. Ne diyeyim ki daha, Allah ıslah etsin seni sefir efendi, biz bir şey yapamadık.

Yazımı bitirmeden önce bahsetmek istediğim bir konu var : Dudu ve Yahya! Orası baya baya karışmak üzere. Özellikle de Ahmet’in yeniden ortaya çıkması Bodrum’u fazlasıyla karıştıracak gibi ve tüm bunlara engel olabilecek tek kişi Halise. Onda da ben o ışığı göremiyorum ne yazık ki. Dudu’nun bebeğinin babasının kim olduğunu bilmese de Yahya olmadığının bilincinde ve ona rağmen kılını bile kıpırdatmadı. Yani ben tabii Yahya’ya zerre üzülmüyorum. Elvan’a kör olasıca erkeklik gururu yüzünden tek kelime etmemiş üstüne bir de kadına olabilecek en kötü muameleyi layık görmüş olduğu  için “Beter ol inşallah!” diyorum. Yine de ne olursa olsun Sefirin Kızı dünyasında hiçbir sır gizli kalmaz. Çekirdeğimi filan hazırladım, Yahya Efeoğlu’nun bitişini görmek için sabırsızlanıyorum.

Bu haftalık da benden bu kadar. Sefirin Kızı’nın yeni geldiği durumla ilgili tek  bir şey söyleyip yazımı bitirmek istiyorum : Acele işe, şeytan karışır. O şeytan da anlatılan her kelamı havada bırakır.

Yazıma burada son veriyorum, haftaya görüşmek üzere.

Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Benzer Yazılar

Bir Yorum Yazarak Siz de Katkı Sağlayın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.