Erkenci Kuş, 45. bölüm
Yazar: Sinem ÖZCAN
Geçen hafta Sanem’in boynundaki yüzüğü görmüş ve her şeye rağmen Sanem’in ondan vazgeçmediğini fark etmişti Can. Gel gör ki geçen bir yıl, onu bambaşka bir adam yapsa da o özünde Can Divit. Sanem’in herkesten gizlediği “hayatından bile çok” önem verdiği Can’dan ona kalan tek nesneyi alıverdi onun boynundan. Dürüst olayım, kolyeyi aldığını görünce cinler tepeme toplandı. Büyük faul bu, çünkü. Hayır, yani yıkıcı bir depremle bu kadını sarsmak dışında amacın ne, evladım? Ha, bi’ de soruyor: Sende benden kalan bi şey var mı? Tut ki Sanem, bu soruya “Var!” dedi, “Aşk bana iyi gelmiyor.” diye ortalıkta dolanırken, yeniden aynı acıları yaşamak ve yaşatmaktan bu kadar korkarken ne yapacaksın acaba, Can Divit? Hiç, işte… Sanem’in deli gibi o kolyeyi araması, şirazesinin kayması, karmakarışık olması, derinlere gömdüğü egosunun “Hey, ben burdayım!” seslenişi bir yerde ama hakkını da yemeyeyim Can Divit, artık o egonun esiri olan adam değil. Aslında Sanem’in onu ikna etmesini istiyor içten içe. Sanem, itirafta bulunsun ki Can, kendi inkârından vazgeçebilsin. Onun yüreğinin anahtarı Sanem. O kilidi açsın istiyor, onun için de çocukça da olsa Sanem’i, aklınca, buna zorluyor. Ama unuttuğu ya da yeterince kavramadığı bir şey var:
Sanem her başı sıkıştığında “Ben çok değiştim!” diyor da özünde çok haklı evet, o çok değişti. Ayağının altındaki zemin kayabilir, zorlukla kurduğu düzen allak bullak olabilir hatta bu karmaşa onun yine saçmalamasına da neden olabilir ama kendinde keşfettiği o güç, onun mağlup olmasına izin vermez. Vermedi de…En çaresiz anında bile Can’ın dalga geçmesine karşılık “Kaybettiğim bir yılı arıyorum yardımcı olabilecek misin?” deyişi Can’ı silkeleyip kendine getirmeye yetti. Sanem, boşuna yüzük için “Hayatımdan bile önemli!” demiyor. O aşktan, Sanem’e kalan tek şey o yüzük ve o aşkı yitirdiği anda zaten yaşamıyor. Bir insanın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamışsa o kaybın sorumlusunun da canını yakar hem de çok fena yakar. Evet, Can’ın Sanem’in yokluğunda nasıl bir çile yaşadığını görebiliyorum; evet, onun da kendini yok edip baştan yarattığının farkındayım ve evet, o Sanem’den farklı olarak sevgi ve şefkate hiç boğulmadı amaaaaaa o yaranın üstündeki kabuğu koparmayacaktın Can Divit! Koparırsan o kan senin de eline bulaşır. Hiç kusura bakma Sanem’in ağzından çıkan o cümleyi de fazlasıyla hak ettin ve ben “Eee müstahak ama sana!” dedim, doğrusu. Dedim ama Can Divit, bu! Hemen ardından da hem benim hem Sanem’in gönlünü alıverdi.
Sanem’in kreminin adı gündeme geldiği andan beri bekliyorum, Can’ın isim önerisini. En doğru ismi onun bulacağını da o ismin kabul göreceğini de biliyordum. İtiraf edeyim “Sanem” adı benim de geldi aklıma ama doğrusu Can kadar anlamlı bir gerekçem yoktu benim. Sanem’in “Can olsun!” teklifini öyle güzel ve öyle doğru bir açıklamayla geri çevirdi ki kolyeyi çalışını affettim gitti. Kâğıdın üstündeki Can’ı Sanem’e çevirmekle kalmayıp “Sanem’in içinde Can var.” diyerek o kadar dolu ve anlamlı bir cümle kurdu ki… Baştan beri yazdığım da bu aslında. Sanem’den Can’ı çıkardığımızda geriye kalan bir kabuk sadece. Ona ruhunu veren Can’a duyduğu sevgi. Dile getirse de getirmese de ikisinin de bildiği gerçek bu.
Bu hafta Sanem’in kitabından “inkâr vadisi”ni dinledik. Bu vadiden çıkabilmenin tek yolu da inkâr etmekten vazgeçmek. Formül basit, uygulama çok zor… Akılla yüreğin kavga ettiği; aklın yüreği zapt etmeye uğraştığı bir yer orası. Sadece karşındakine değil kendine de yalan söylediğin, aklının seni kandırmasına izin verdiğin yer… Kendine inkârdan vazgeçmeden karşındakine de dürüst olma şansın yok. İnsanın kendini olduğu gibi kabullenmesi de her şeyden güç. Benim gördüğüm, Sanem bunu başarmış. Can’a pat diye “Benim kafa sesim var!” diyebilmek insanın kendisini kabul etmesinin sonucu. Onu, aklıyla kavgasından haberdar ediverdi öylece. Can, bunu yaratıcılığına bağladı ama bana sorarsanız o; Sanem’deki savaşı, yüreğin kazandığının ilanıydı. Kafa sesi, kimse ondan haberdar olmadığı için Sanem’de istediği gibi baskı kuruyor, onu frenliyor, zaman zaman boğuyor ama varlığından bir başkası haberdar olduğunda gücünü yitiriyor ve Sanem, aklını değil kalbini dinlediğinde doğru adımlar atıyor. Tıpkı, kaptırdığı kolyeye karşılık Can’daki bandanayı almak gibi… İskelede söylediklerinden sonra bu hamlesiyle de mücadelenin kesin galibi oldu bence. Sanem, Can’la olan mücadelelerinde ilk kez galip ve Can, önce “Bazı şeyleri unutmak kolay olmuyor. Bazı şeylere değer veriyorsun, çok değer veriyorsun. Kaybedersen de çıldırıyorsun bulana dek.” diyerek ardından “Bende senden kalan bir şey var.” itirafıyla mağlubiyetini ilan etti. Can’ın cebindeki bandanayı ondan önce çekip çıkaran Sanem, baştan beri oyunu bildiğini ve kuralına uygun oynadığını gösterdi. Duygusu çok nefis ve çok doğru aktarılan bir sahneyle inkârdan vazgeçtiklerini hem kendilerine hem birbirlerine ilan ettiler.
Aslında “senden kalan bir şey” dedikleri bir sembol. O sembolü açtığınızda “Ben sende kaldım!” çıkıyor. “Ben senden hiç gitmedim, ben senden gidemiyorum” çıkıyor. Hayatlarından da önemli olduğunu vurgulamaları da bundan çünkü biri, diğerinden gittiğinde iki hayatı birden yok ediyor ve tam da o nedenle kaybettiklerini, bulana kadar çıldırıyorlar.
İnkârdan vazgeçip vadiden çıkmayı başardılar ama yolun sonuna daha çok var. Birbirlerinden vazgeçemediklerini kabullenmek, henüz ilk adım; ondan da büyüğü ve zoru yeniden bir mücadeleye girip girmemeyi göze almak. “Aynı acıları bir daha yaşayamam.” diyen kadınla “Aşk bana iyi gelmiyor.” diyen adamın aşkın hem dert hem ilaç olduğunu anlayacak noktaya varmaları şart. Derdi de dermanı da aynı yerde arama olgunluğuna erişmek için başka vadileri de geçmek zorundalar.
Bu hafta allak bulak olmuş, paniklemiş, panikledikçe de daha karışmış bir Sanem çizdi Demet Özdemir. Sanem’in şirin, çocuksu ve komik hâllerini gerçekten iyi veriyor. Bakışlarındaki saflığı, yapmacıksız sempatikliği ve çocuksu telaşını çok güzel çiziyor. belki de ondan, ben bu hafta onun Haydut’la sahnesinde çok güldüm. O performansını da gerçekten çok başarılı buldum. Bütünüyle tek başına götürdüğü ve adeta iki kişilik oyun çıkardığı bir sahnenin çok başarıyla üstesinden geldi. En az onun kadar sevdiğim diğer yer de Can’a kafa sesini itiraf ettiği araba sahnesiydi. Teknik olarak oldukça güç bir sahneyi çok doğru bir senkronizasyon ve ince ayarla götürdü. Kafa sesinden Can’a, Can’dan Sanem’e ve Sanem’den kafa sesine geçişleri çok ustaca ayarladı ve kolayca bir kaosa dönüşebilecek sahneyi çok keyifli bir hâle soktu. “Benim kafa sesim var!” repliğinden sonra yüzüne yerleştirdiği anlık ifadeyi de ayrıca çok sevdim. Rahatlama, “Bana deli der mi?” kaygısı, “Ne dedim ben şimdi?” şaşkınlığı ve karşı tarafın tepkisine duyulan merak çok iyi harmanlanmış ve yüzüne çok doğru oturmuştu. Emeklerine sağlık Demet Özdemir!
Sevgili Can, bu hafta da beni küçük ayrıntılarla mest etti. Mutfakta yaşadıkları flashbackten sonra “Unutmak kolay olmuyor.” itirafında bulunduğu anda, Sanem’in “Çilekten mi bahsediyoruz şu an?” sorusuna öyle farklı bir “hayır” mimiği var ki tek kelime etmeden hem hayırı verip hem de Sanem’i alıp yüreğinin içine sokup kapıyı da sımsıkı kapadı. Ben de hayranlıkla ekrana bakakaldım. Bir tek sözcüğü alıp bütün yüzüne yerleştirdi ve o anlamı bakışıyla karşıya yansıtıverdi. Göz açıp kapayıncaya dek geçiveren bir anda, öyle bir duygu yükledi ki izleyiciye, etkileniyorsunuz ama niye bu denli etkilendiğinizi kendinize açıklayacak vaktiniz olmuyor. Sanki damarınıza o duyguyu bir anda şırıngayla verip geçiveriyor. Atmosferi duygusal, yoğun ve zamana yayılmış anlarda o havayı yakalamak oyuncu için kolay. Duyguyu adım adım yoğunlaştırıp seyirciyi avcunun içine alır eğer ustaysa ama böyle anlık geçişlerde izleyiciyi yakalamak çok zor. Üstelik de onu kavrayamazsanız sahnenin ruhunu öldürme riskiniz var. Sevgili Can’ın kamerayı çok ustalıkla takip etmesi, zamanlamasının çok iyi olması hepsinden öte neyi, nerede ve nasıl yapacağını çok iyi kestiren sezgileri bu tür sahnelerde ona hep büyük avantaj oluyor.
Daha önce de dile getirmiştim bir kez daha söylemek zorundayım. Bence Can Yaman’a “hüzün” çok yakışıyor ve hüznü o kadar zarif taşıyor ki bir yandan içim burkularak öte yandan hayranlıkla seyrediyorum. Sanem ona “Kaybettiğim bir yılı arıyorum, yardımcı olabilecek misin?” dediğinde yüzüne gelip yerleşen o acı da enfesti. O ana dek esprili, dalga geçen, Sanem’in hâliyle eğlenen adam gitti ve tepeden tırnağa acı kesildi. Yaptığının sonucuyla yüzleşen, sevdiği kadını yok etmenin kederini duyan ve canı çok yanan bir adamın hüznü oturdu üzerine. Gözlerim dolu dolu izledim Sevgili Can! Aklına, emeğine ve o güzel yüreğine sağlık.
Yazan, yöneten, canlandıran ve setin her yerinde büyük yük omuzlayan herkesin eline, emeğine sağlık.
I hope to be alive to prove Can Yaman's transformation into a sacred monster of international cinema. If it were to be defined it would be merging the peculiar multivalence of its interpretation in the most diverse situations, where it stimulates the surprise and the improvisation, enchants and it performs of surprising form, almost irreverent; to the interpretation of an actor that made the impossible in the possible, the sinister in the fascinating, the universe itself: Marlon Brando. His side Marlon Brando intersects with that of another icon of the seventh art: Charles Chaplin. Yaman embodies both extremes: both grace and humor as well as despair and melancholy. Everything works well on mimic facial and pantomine, gestures, body language and ... your eyes! Ah ... your eyes ... speak for what and why? His gaze speaks, he cries in silence. Yaman makes his character speak without uttering a word. The universe of art will know and applaud the attributes that already illuminate the star of Can Yaman. Enviar feedback Histórico Salvas Comunidade
I hope to be alive to prove Can Yaman's transformation into a sacred monster of international cinema. If it were to be defined it would be merging the peculiar multivalence of its interpretation in the most diverse situations, where it stimulates the surprise and the improvisation, enchants and it performs of surprising form, almost irreverent; to the interpretation of an actor that made the impossible in the possible, the sinister in the fascinating, the universe itself: Marlon Brando. His side Marlon Brando intersects with that of another icon of the seventh art: Charles Chaplin. Yaman embodies both extremes: both grace and humor as well as despair and melancholy. Everything works well on mimic facial and pantomine, gestures, body language and ... his eyes! Ah ... his eyes ... speak for what and why? His gaze speaks, cries for in silence. Yaman makes his character speak without uttering a word. The universe of art will know and applaud the attributes that already illuminate the star of Can Yaman. (I apologise for the bad google translation)
Thank you very much for your very nice comment